6 Eylül 2010 Pazartesi

Birazda Gülelim


Ukala dümbeleği
Bayramda bilmediğim bir numaradan gelen mesaj: "Bayramınızı en içten dileklerimle kutlar sağlık ve mutluluklar dilerim." Benim cevabım: "Teşekkürler ben de sizin bayramınızı kutlarım. Keşke bir de isminizi bahşetseydiniz :)" Gelen yanıt: "Keşke sen de müdürünün telefonunu kaydetseydin..." Biliyorum, bana kırmızı çok yakışıyor.

İç(me) sorunu
"Allah aşkına yeter hanım. Bir kerecik de iç de bana. Rakı iç, viski iç, sigara iç de." diyen babam; "Öyle hepsini tek tek söyleyemem; topluca zıkkımın kökünü iç diyeyim, anlaşalım!" diyen de annem olur.
Annem
Hızlı hızlı ayakkabılarını giymeye çalışırken bana sesleniyor; ''Ben 5 dakikalığına komşuya gidiyorum, yarım saat sonra yemeği ocaktan almayı unutma sakın!"

Evlilikte son nokta
Beş kız arkadaş evlilik üzerine koyu bir sohbete koyulduk. Altı aylık evli olan arkadaşımız "Arkadaşlar kesin evlenin." dedi. İlk defa evli olan birinden güzel bir söz duydum diyordum ki "Aranızdaki tek salak ben olmak istemiyorum!" diye devam etti.

Vazgeçtim istemiyorum
Anneme sürekli "Seni çok seviyorum" diye mesaj atan babama "Hep anneme mesaj atıyorsun! Biz neciyiz, insan bir kere de çocuğuna mesaj gönderir..." türü bir ton sitemde bulunuyorum, gülüp geçiştiriyor. Beş, on dakika sonra telefonum bipliyor, babamdan mesaj geliyor: "Anneni çok seviyorum."

Ne olsun istersin
Kocamla sabah işe beraber gidiyoruz, akşam işten beraber dönüyoruz. Kapıdan girer girmez sorduğu soru; "Yemekte ne var?" Pardon canım yaa, tencereleri iş yerinde unuttum...

Geveze
Şehirlerarası otobüste gece 23:00'dan sabah 05:00'a kadar nefes almadan konuştuktan sonra, şoföre; ''Kaptan bey evladım, kusura bakma seni de uyutmadık!'' diyen yurdum teyzesine alkış yok mu?

Önceden bileydim
Az önce, bir senedir peşimden koşan makina mühendisi vatandaşın SSK dökümüne baktım, primleri 5,700'den yatıyormuş. Allah'ım, aşık mı oluyorum ne?

Zeka yumağı
Sosyal Bilgiler 4. sınıf sınavında, "Savaşa gidip, savaştan sağ dönen askere ....... denir." sorusuna, "Hoşgeldin" yazan benim canım öğrencimdir.

Gel de gülme
İslamiyeti kabul etmiş ilk Türk boyu........ 'dır şeklindeki boşluk doldurma sorusuna "1.65" yazan öğrenciye sizce kaç verilir? Bence bu yaratıcı zeka 100 ile ödüllendirilmelidir.

Nihal
Üniversite öğrencisi olan kardeşimi annem arıyor, “Alo Nihal kızım, Nihal duyuyor musun?” Kısa bir şaşkınlıktan sonra kardeşim “Nihal kim anne, ben Ece” diyor ama annem ısrarla Nihal diye sesleniyor. Kardeşimin artık kızdığını anlayınca da bombayı patlatıyor. “Kredi kartı ekstren geldi de, belki kendini Adnan Ziyagil’in kızı zannediyorsundur diye öyle dedim.”

İstediğini Söylersen İstemediğini İşitirsin...


Arasından ırmak geçen iki köyün insanları birbirlerini pek sevmezlermiş. Gün olmuş, öbür yakadan bir köylü beri yakadan Kezban ile evlenmiş. Evliliğin ilk günlerinde, yeni damat sabah erkenden ırmağa giriyor, gusül abdesti alıyor sonra beri yakaya dönerek: 
 - Kezban bana yetmiyor, yok mu vereceğiniz başka bir gelin daha? Diye avazı çıktığı kadar bağırıyormuş... Her gün aynı görüntü ve bağırtıyla muhatap olan beri yakanın köylüleri bundan çok rahatsız olmuşlar ve çare aramaya başlamışlar. Köy kahvesinde derin derin düşünürlerken, akıllı adamlardan biri "Buldum" der. Yarın, hep birlikte ırmak kenarına gidiyoruz, ben ona yapacağımı biliyorum..
 Sabah erkenden köylüler topluca ırmak kenarına gider. Biraz sonra karşı köylü yeni damat gelir. Köylüleri görünce biraz daha afili, havalı bir şekilde önce kültürfizik yapar, suya girer, boy abdestini alır ve avazı çıktığı kadar bağırır: 
 - Hey... Karşı köylü kayınçolar, Kezban bana yetmiyor, yok mu başka gelin. Beri köyün sözcüsü birkaç adım öne çıkar ve avaz avaz bağırır: 
- Haydi, oradan ulen... Kezban bütün köye yetiyordu, sana mı yetmeyecek...
O günden sonra acar damadı ırmak boyunda gören olmamış...
" İstediğini söyleyen istemediğini işitmeye hazır olsun."

3 Eylül 2010 Cuma

Ama O Suçlu...!


Eşiyle birlikte otuz beş yıl aynı yastığa baş koymuş bir beyefendi, son zamanlarda eşinin artık sağlıklı işitemediğini hisseder. Yalnız eşini çok sevdiği için bunu yüzüne söyleyemez. Bir kulak burun boğaz uzmanına durumu iletir ve nasıl bir yöntem uygulaması gerektiğini sorar. Doktor, yaşlılığa bağlı olarak bu tip şikâyetlerin olabileceğini belirtir ve beyfendiye eşinin, işitme kaybı yaşayıp yaşamadığını anlayabilmesi için çok kolay bir test uygulayabileceğini söyler ve anlatmaya başlar:

—Eşinize yirmi adım mesafedeyken, normal bir ses tonuyla bir şeyler söyleyin. İşitmediğini hissederseniz mesafeyi on beş adıma düşürün ve aynı ses tonuyla konuşun. Yine işitmediğini hissederseniz mesafeyi on adıma düşürün. Hala işitmediğini düşünüyorsanız beş adıma kadar yaklaşın ve aynı ses tonuyla konuşun. Yine işitmediğini düşünüyorsanız yanına kadar yaklaşın ve aynı ses tonuyla konuşun. Gerçekten işitme kaybının meydana gelip gelmediğini öğrenmiş olursunuz.
Beyefendi, teşekkür ederek doktorun yanından ayrılır ve evine gelir. Eşine yirmi adım mesafe uzaklıktan seslenir:
—Hayatım, akşama yemekte ne var?
Eşinden cevap alamayan adamcağız, mesafeyi on beş adıma düşürür ve aynı ses tonuyla, aynı soruyu sorar:
—Hayatım, akşama yemekte ne var?
Can yoldaşından yine cevap alamayan beyefendi, eşine olan mesafeyi on adıma düşürür ve tekrar aynı ses tonuyla sorar:
—Hayatım, akşama yemekte ne var?
Maalesef yine cevap alamaz ve kaygılanmakta ne kadar haklı olduğunu düşünür. Bu defa eşinin yanına beş adım mesafeye kadar gelip aynı ses tonuyla tekrar sorar:
—Hayatım, akşama yemekte ne var?
Aman Allah’ım! Hanımefendi beş adım yakınlıktaki bir mesafede bile işitemiyor. “Demek ki, hayat arkadaşım iyice sağır olmuş” diye düşünür ve eşinin tam yanına kadar yaklaşır ve aynı ses tonuyla aynı soruyu tekrar sorar.
—Hayatım, akşama yemekte ne var?
Hanımefendi, sinirli bir ifadeyle cevap verir:
—Allah aşkına bey! Akşam yemeğinde tavuk olduğunu tam beş defa söyledim. Sen benim sabrımı mı ölçüyorsun?
Bu cevap karşısında işitme engelinin, hayat arkadaşında değil de kendisinde olduğunu anlayan beyefendi şok olur ve tekrar doktorun yolunu tutar.
İnternet ortamında buna benzer öyküler okuduğumda, insanoğlunun dinlemeden anlamadan direk karşısındakini suçlamasını, hatayı hemen karşıda aramasını, mayasından gelen bir özellik olduğunu düşünürdüm. İnsanların hatayı karşıda aradığını vurgulayıp kendisinin masum olduğuna inandığını söylerken bile kendi adıma böyle bir yanılgıya düşmediğimi düşünürdüm. Ta ki, gerçeklerle yüzleşinceye kadar…
Çok büyük ve başarılı bir okulun öğrenci velilerine, “Eğitimde Aile Desteği” konulu seminer veriyordum. Stand up tadındaki seminerimize velilerin ilgisi yüksekti. Anne ve babalar bir yandan gülüyor diğer yandan, çocuklarının hayatında kendi hayatlarını yaşamaya çalıştıklarını fark ediyorlar ve duygulanıyorlardı. Seminerin, en can alıcı yerinde ön sırada oturan okul müdürünün cep telefonu çaldı. İster istemez hem benim hem de velilerin dikkati dağılmıştı. Telefon sekiz on defa çalmasına rağmen müdür bey telefona bakmadı. Aradan beş on dakika geçmişti ki, müdür beyin telefonu tekrar çalmaya başladı. Bir, iki, üç, dört… Telefon susmuyordu. Müdür beye imâlı bir şekilde bakıyorum ama hiç istifini bozmuyor. Dahası hiç alınmıyor bile. Lakin telefon ısrarla çalmaya devam ediyor. Artık dayanamadım ve müdür beyden, telefonunu kapatmasını rica ettim. Aldığım cevap gerçekten müthişti.
—Hocam, telefon sesi sizin çantanızdan geliyor.
Kulaklarıma kadar kızardığımı hatırlıyorum. Hem müdür beyden hem bütün velilerden özür diledim ve ekledim:
—Demek ki, insan hali. Ne kadar dikkat etsek de bazı hataları yineleyebiliyoruz.
İnsanoğlu, doğası gereği hata yapabilir. Hatasız kul olmaz, denildiği kadar vardır. Önemli olan, hatada ısrar etmemektir. Ve asıl önemli olan hatayı sürekli karşımızda aramamaktır. Elimizin işaret parmağı, suçlayarak karşımızdakini gösterirken, aynı elimizin geriye kalan dört parmağının kendimizi gösterdiğini unutmayalım.
Yusuf YEŞİLKAYA
Kaynak

1 Eylül 2010 Çarşamba

Seveceksen Öylece Sev...


Günün birinde yolu bir dergâha düşen kendi halinde bir adam, dergâhta, bir Mevlevi ile bir Bektaşi''nin sohbet ettiklerini görünce yanlarına yaklaşır. Kendini tanıtır ve dergâhı merak ettiğini, nasıl zikir edildiğini izlemek için geldiğini söyler. Erenler baslar adama çeşitli nasihatlerde bulunmaya, her biri kendi yolunu mümkün olan en tatlı dille anlatmaya çalışır. Adam bir yandan onları dinlerken, bir yandan da gözleri onların giysilerine takılır. Mevlevi'nin giydiği kıyafette kollar o kadar geniş ve uzundur ki hem içine üç kişinin birden kolu sığabilir, hem de uzun olduğu için yalnızca kolları değil, elleri de kapatmaktadır. Bektaşi’nin kıyafetinde ise tam tersi bir durum vardır. Elbisenin kolu daracıktır, neredeyse tene yapışmıştır; üstelik kısa olduğu için, eller ta bileklere kadar acıktır. Bu duruma hayret eden adam, sebebini öğrenmek ister. Büyük merakla, önce Mevlevi'ye sorar: "Pirim, kıyafetinizin kolları neden o kadar geniş ve uzun? Bunun özel bir sebebi var mi?" Mevlevi hiç beklemediği bu soru karsısında oldukça şaşırır. İki kolunu da biraz yukarıya kaldırır, sonra ellerini birleştirerek kollarını daire şekline getirir ve şöyle der: "Evet, özel bir sebebi vardır. Çünkü biz insanların günahlarını, ayıplarını, kusurlarını örteriz. Başkaları görmesin diye üzerini kapatırız." Yanıttan oldukça hoşnut olan adam aynı merakla bu kez Bektaşi''ye döner: "Peki ya siz, pirim? Sizin kıyafetinizin kolları neden bu kadar dar ve kısa? Siz insanların günahları ve ayıplarını örtmez misiniz?" Bektaşi kendi kollarına bakar, birkaç saniyelik bir dalgınlıktan sonra gülümser ve adama bakarak şöyle der: "Biz mi? Bizim geniş kıyafetlere ihtiyacımız yoktur. Çünkü biz insanların günahlarını ve kusurlarını görmeyiz." 

Özetle; Seveceksen öylece sev. Ne kusursuz insan ara, ne de insanda kusur. Birincisini zaten bulamazsın, ikincisinde ise, bulduğun her kusur, öğrendiğin her ayıp sahibini değil, seni çirkinleştirir. Her ikisi de seni mutsuz eder. Birincisini bulamadığın için, ikincisini ise bulduğun için mutsuz olursun.

Kaynağı bilinmiyor