15 Ekim 2010 Cuma

Elif Şafak'ın TED Konuşması


Ben bir hikaye anlatıcısıyım.
Yaşamımda yaptığım budur; hikayeler anlatmak, romanlar yazmak. Bugün de size hikaye anlatma sanatı ile ilgili bir kaç hikaye anlatmak istiyorum, ve ayrıca cin adı verilen doğa üstü yaratıklardan da bahsedeceğim. Oraya gitmeden önce sizinle şahsi yaşam öyküme dair bazı kesitler paylaşmak istiyorum.
Bunu elbette kelimeler aracılığı ile yapacağım, ama bir de geometrik bir şekil kullanacağım: çember.
Yani konuşmam boyunca, pek çok çemberle karşılaşacaksınız. Fransa Strasbourg'da Türk bir anne babanın çocukları olarak doğdum. Kısa süre sonra ebeveynlerim boşandılar, ve ben de annemle beraber Türkiye'ye döndüm. O günden sonra, bir dul annenin yetiştirdiği tek çocuk olarak büyüdüm. 1970'li yılların Ankara'sında bu alışılmadık bir durumdu. Oturduğumuz muhit evin reisinin baba olduğu geniş ailelerle doluydu. Yani ata-erkil bir ortamda annemi dul bir kadın olarak görerek büyüdüm. Aslında, iki ayrı çeşit kadınlığı gözlemleyerek büyüdüm. Bir tarafta annem vardı, iyi eğitimli, laik, modern, batılılaşmış bir Türk kadını. Diğer tarafta ise gene beni büyüten ve daha ruhani, daha az eğitimli ve kesinlikle daha az akılcı olan anneannem vardı. Bu kadın geleceği görmek için kahve telvelerini okuyan ve nazarı def etmek için kurşunu gizemli şekiller alacak şekilde eriten biriydi. Anneannemin çok ziyaretçisi olurdu; yüzlerinde ağır sivilceleri veya ellerinde siğilleri olan kişiler. Her defasında anneannem Arapça bazı kelimeler mırıldanır daha sonra da kırmızı bir elmaya yok etmek istediği siğil sayısı kadar gül dikeni saplardı. Sonra da tek tek bu dikenleri siyah bir mürekkeple çember içine alırdı.
Bir hafta sonra hasta kontrol için geri gelirdi. Şimdi, bilim insanlarının ve akademisyenlerin olduğu bir seyirci topluluğu önünde böyle şeyler söylememem gerektiğinin farkındayım, ama gerçek şu ki, ciltlerindeki rahatsızlıklardan dolayı anneannemi ziyaret eden bu kişilerden bir tanesinin bile mutsuz ya da iyileşmeden gittiğini görmedim. Anneanneme bunu nasıl yaptığını, duaların gücüyle mi alakalı olduğunu sordum. Cevap olarak bana "Evet, dua etmek etkilidir. Ama çemberlerin gücüne de dikkat etmelisin" dedi. Bu, ondan öğrendiğim nice kıymetli dersten biri oldu. Eğer hayatınızda bir şeyi yok etmek istiyorsanız, bir sivilceyi, bir lekeyi veya bir insan ruhunu, bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemektir. İçeride kuruyup kalacaktır. Şimdi hepimiz sosyal ve kültürel bir çeşit çemberin içinde yaşıyoruz. Hepimiz. Belli bir aileye, ulusa ve sınıfa bağlı olarak doğuyoruz. Ama kanıksadığımız ortamın ardındaki dünyalarla herhangi bir bağlantımız olmazsa, o zaman bizim de içten içe kuruma riskimiz vardır. Hayal gücümüz daralabilir. Kalplerimiz küçülebilir, insanlığımız azalabilir.
Eğer kendi kültürel kozamızın içinde çok uzun süre kalırsak. Arkadaşlarımız, komşularımız, iş arkadaşlarımız ve ailemiz. Şayet en yakın çemberin içindeki herkes birbirine benziyorsa Aynadaki görüntümüzle kuşatılmışız demektir. Anneannem gibi kadınların Türkiye'de yaptıkları bir başka şey de aynaları kadifelerle örtmek veya ters çevirerek duvara asmaktır. Bu eski bir doğu geleneğidir bir insanın kendi yansımasına uzun süre bakmasının sağlıksız olduğu bilgisinden beslenen bir gelenektir.
İronik olan, benzer fikirleri paylaşan cemaatlerde yaşama eğilimi günümüzün globalleşen dünyasındaki en büyük tehlikelerden biridir. Ve bu heryerde yaşanan birşey, liberallerde de, muhafazakarlarda da, agnostiklerde de inançlılarda da, zenginlerde de fakirlerde de, doğu'da da batı'da da.
Benzerliklerden/aynılıklardan hareketle kümelenme ve daha sonra da diğer insan kümeleri hakkında önyargılar üretme eğilimindeyiz. Benim fikrime göre, bu kültürel gettoları aşmanın yollarından biri hikaye anlatma sanatıdır. Hikayeler sınırları yıkamaz ama mantık duvarlarımızda küçük delikler açabilir. Bu deliklerden bakarak Öteki'ni görebillir, hatta zaman zaman gördüğümüzü sevebiliriz. Kurgusal öyküler yazmaya sekiz yaşında başladım. Annem bir gün elinde turkuvaz rengi bir defter ile gelip kişisel bir günlük tutmakla ilgilenip ilgilenmeyeceğimi sordu. Bugünden geriye bakınca, akıl sağlığımla ilgili hafif bir endişesi olduğunu düşünüyorum. Evde sürekli hikayeler anlatıyordum, bu iyi bir şey, ama bunları hayali arkadaşlarıma anlatıyordum, bu pek iyi değildi. İçine kapanık bir çocuktum; Renkli boya kalemleriyle iletişime geçecek ve çarptığım objelerden özür dileyecek boyutta. Annem de gün gün yaşadıklarımı ve duygularımı yazmamın bana iyi gelebileceğini düşünmüştü. Ama annemim bilmediği bir şey vardı: hayatımı son derece sıkıcı buluyordum ve yapmak istediğim en son şey kendim hakkında yazmaktı. Bundan ziyade, kendim yerine başka insanlar ve yaşadıklarım yerine hiç olmamış şeyleri yazmaya başladım. İşte kurgu yazmaya karşı tutkum bu şekilde başlamış oldu. Yani en başından beri, yazmak benim için otobiyografik bir dışavurumdan ziyade öte dünyalara, başka olasılıklara yapılan aşkın bir yolculuktu.
Ve lütfen sabır gösterin.
Bir çember çizip yeniden bu noktaya döneceğim.
Hemen hemen aynı dönemde başka bir şey daha oldu. Annem diplomat olarak görev yapmaya başladı.
Böylece anneannemin küçük ve batıl inançlı orta sınıf muhitinden dışarıya çıkarak, Madrid'de şık, havalı bir uluslararası okulda tek Türk olarak kendimi buluverdim. İlk defa burada "temsili yabancı" adını verdiğim şeyle de karşılaşmış oldum. Sınıfımızda, her ulustan öğrenci vardı. Ama bu çeşitlilik, kozmopolit, eşitlikçi bir sınıf demokrasisi getirmiyordu. Aksine, her bir çocuğun kendisinin bir birey olarak algılanmadığı, bunun yerine daha büyük bir şeyin temsilcisi olarak görüldüğü bir atmosfer oluşmasına neden olmuştu. Minyatür bir Birleşmiş Milletler gibiydik, aslında eğlenceliydi, ta ki, bir din ya da ulus hakkında olumsuz olarak algılanan bir haber duyulana dek. O zaman, onu temsil eden çocukla dalga geçilir, alay edilirdi. Ben de bunu yaşadım çünkü bu okula devam ettiğim süre boyunca ülkemde bir askeri darbe yaşandı, bir tetikçi Papayı vurdu. Ve Türkiye Erovizyon şarkı yarışmasında sıfır puan aldı.
(kahkahalar)
O günlerde sıklıkla okulu asar ve bir denizci olmanın hayalini kurardım. Kültürel klişeler ile ilgili ilk deneyimimi de orada aldım. Bazı çocuklar bana seyretmemiş olduğum "Geceyarısı Ekspresi" filmi hakkında sorular soruyorlardı. Günde kaç sigara içtiğimi sorguluyorlardı, çünkü bütün Türklerin sigara tiryakisi olduğunu sanıyorlardı. Kaç yaşından sonra başımı kapayacağımı merak ediyorlardı.
Bu üçünün ülkem ile ilgili en temel üç klişe olduğunu da bu şekilde öğrenmiş oldum; politika, sigara ve başörtüsü.
İspanya'dan sonra Ürdün'e, Almanya'ya gittik ve Ankara'ya döndük. Gittiğim her yerde yanımda taşıyabileceğim tek bavulum hayalgücümdü. Hikayeler bana başka türlü sahip olamayacağım bir merkeziyet devamlılık ve tutarlılık hissi verdi. Yirmili yaşlarımda İstanbul'a taşındım, aşık olduğum şehir. Çok canlı ve kozmopolit bir muhitte yaşadım ve birkaç romanımı burada yazdım. 1999'da deprem İstanbul'u vurduğunda oradaydım. Sabahın üçünde koşarak binadan çıktığımda sokakta gördüğüm bir şey hızımı kesti. Mahallenin bakkalı oradaydı huysuz ve alkol satmayan yaşlı bir adam vardı. Marjinal tiplerle konuşmazdı, uzun siyah bir peruk takmış ve rimelleri akmış bir transseksüelin yanında oturuyordu. Adamın sigara paketini açıp titreyen elleriyle bir tane de ona uzatmasını seyrettim.
Ve depremin olduğu gece ile ilgili aklımda kalan temel görüntü budur; muhafazakar bir bakkal ile ağlayan bir travestinin kaldırımda yan yana sigara içişleri. Ölüm ve yıkım ile yüzleştiğimizde dünyevi farklılıklarımız buharlaşır, ve bir kaç saat için bile olsa hepimiz "bir" oluruz. Ama ben her zaman hikayelerin de benzer bir etkisi olduğuna inanmışımdır. Roman sanatının bir deprem kadar gücü olduğunu söylemiyorum. Ama iyi bir roman okuduğumuzda, kendi küçük apartman dairelerimizi arkamızda bırakıp daha önce hiç bir araya gelmemiş olduğumuz, hatta belki de ön yargılı olduğumuz kişileri tanımak için tek başımıza geceye dalarız. Bundan kısa süre sonra, önce Boston sonra da Michigan'a bir kadın kolejine gittim. Bu yolculukları coğrafi bir değişimden ziyade dilsel bir değişim olarak yaşadım.
İngilizce roman yazmaya başladım. Göçmen, mülteci veya sürgün değilim. Öyleyse bunu neden yaptığımı soruyorlar. Ama diller arasında seyahat etmek bana kendini yeniden yaratma şansı veriyor.
Türkçe yazmayı çok seviyorum, bana göre çok şiirsel ve duygusal bir dil. Ve ingilizce yazmayı da seviyorum; benim için matematiksel ve zihinsel. Yani her bir dil ile farklı bağlarım olduğunu hissediyorum. Benim için İngilizce, tıpkı bugün dünyadaki milyonlarca insan için olduğu gibi, "sonradan edinilmiş" bir dil. Bir dile sonradan vardığınızda orada daimi bir hayal kırıklığı yaşarsınız. "Sonradan gelenler" olarak, hep daha çok şey söylemek, daha iyi şakalar patlatmak, kendimizi daha iyi ifade etmek isteriz. Ama akıl ve dil arasında bir boşluk vardır ve bu ayrılık göz korkutucudur. Ama, eğer bundan ürkmemeyi başarırsak aslında son derece de motive edicidir. İşte benim Boston'da keşfettiğim buydu; yaşadığım dilsel hüsran aynı zamanda motive ediciydi.
Bu aşamada, hayatımın seyrini giderek artan bir endişeyle seyreden anneannem, günlük dualarına benim bir an önce evlenip bir yerlere yerleşmemi de eklemeye başladı. Ve Allah'ın sevgili kulu olduğu için ben de evlendim.
(gülüşmeler)
Ama yerleşmek yerine, Arizona'ya gittim. Ve kocam da İstanbul'da olduğu için, İstanbul ve Arizona arasında gidip gelmeye başladım. Dünya üzerinde birbirinden daha farklı iki yer olamaz sanırım. Sanırım benim bir yanım hep göçebe oldu; hem fiziksel hem de ruhsal açıdan. Hikayeler bana eşlik eder; varoluş yapıştırıcısı gibi parçalarımı ve hafızamı bir arada tutarlar. Öte yandan, hikayeleri ne kadar çok sevsem de, bir hikayenin sadece bir hikayeden fazla bir şey olarak algılanması halinde, sihrini de kaybettiğini düşünmeye başladım artık. Ve bu sizlerle birlikte düşünmek istediğim bir konu.
İngilizce yazdığım ilk romanım Amerika'da yayınlandığında, bir eleştirmenden ilginç bir yorum aldım.
"Kitabını beğendim" dedi "ama keşke daha farklı yazmış olsaydın".
(kahkahalar)
Ne demek istediğini sordum. "E baksana, romanda pek çok İspanyol, Amerikan karakter olmasına rağmen sadece tek bir Türk karakter var, o da bir erkek. " Sözü edilen roman Boston'da bir üniversite kampüsünde geçiyordu. Bana göre Türk karakterlerden ziyade enternasyonel karakterler içermesi konusundan dolayı normaldi. Ama eleştirmenimin ne aradığını anladım. Ve onu hayal kırıklığına uğratmaya devam edeceğimi de anladım. Zira benim kimliğimin birebir yansımasını görmek istiyordu.
Yazar öyle olduğu için kitapta Türk bir kadın görmek istiyordu.
Hikayelerin dünyayı nasıl değiştirdiğinden sıklıkla bahsederiz. Ama kimlik politikalarıyla dolu dünyanın hikayelerin okunma ve eleştirilme süreçlerini nasıl etkilediğini de görmeliyiz. Pek çok yazar bu baskıyı hisseder, ama özellikle batılı olmayan yazarlar bunu çok daha ağır hisseder. Ama eğer benim gibi müslüman bir dünyadan gelen bir kadın yazarsanız, o zaman sizden müslüman kadınların hikayelerini -ve tercihen mutsuz hikayelerini- yazmanız beklenir.
Bilgilendiren, dokunaklı ve karakteristik hikayeler yazmanız ve yeni, deneysel ve avangard yazın türlerini batılı meslektaşlarınıza bırakmanız beklenir.
Madrid'deki o okulda çocukluğumda deneyimlediğim şeyler şu anda edebiyat dünyasında yaşanıyor. Yazarlar, farklı kişilikleri olan yaratıcı bireyler olarak görülmekten ziyade kendi kültürlerinin temsilcileri olarak algılanıyorlar. Çin'den bir kaç tane, Türkiye'den bir kaç tane, Nijerya'dan bir kaç tane… Hepimizin çok farklı, hatta "sıradışı" bir şeye sahip olduğu sanılıyor.
Yazar ve göçebe James Baldwin 1984'de bir röportaj sırasında sürekli homoseksüelliği ile ilgili sorulara maruz kalmıştı. Gazeteci onu "gay bir yazar" olarak yaftalamaya çalışınca Baldwin durdu ve şöyle dedi, "Görmüyor musunuz? Başkalarında olmayan hiç bir şeye sahip değilim, ve benim sahip olduğum her şey de herkesinkiyle bir.
" Kimlik politikaları bizlere etiketler takmaya çalıştığında hayal kurma özgürlüğümüz tehlikeye girer."
"Çok kültürlü edebiyat" denilen ve batı dünyası dışından gelen bütün yazarların doluşturulduğu bir sanatsal kategori var.
Yaklaşık 10 sene önce, Harvard meydanında ilk "çok kültürlü edebiyat okuması" deneyimimi asla unutmayacağım. Üç yazardık, birisi Filipinlerden, bir Türk ve bir de Endonezyalıydık-- fıkra başlangıcı gibi malum, (gülüşmeler) Bir araya getirilmiş olma nedenimiz aynı artistik zevkleri paylaşmamız ya da aynı edebi üsluba sahip olmamız değildi. Sadece pasaportlarımız yüzündendi. Çok kültürlü yazarlardan gerçek hikayeler anlatmaları beklenir, hayalgücü ürünü pek beklenilmez. Kurguya bir misyon atfedilir. Bu şekilde sadece yazarların kendileri değil onların kurguladıkları karakterler de daha büyük bir şeyin temsilcisi gibi algılanırlar. Ama hemen eklemeliyim ki bir hikayeyi bir hikayeden fazla bir şey olarak görme eğilimi sadece Batı'dan gelmiyor. Bu heryerde böyle olabiliyor. 2005 yılında kurgusal karakterlerimin konuşmaları yüzünden mahkemelik olduğumda bunu ilk elden deneyimlemiş oldum.
Bir Ermeni ve bir Türk ailesinin hikayesini kadınların gözlerinden anlatan, yapıcı, katmanlı bir roman yazmak istedim. Ama hakkımda dava açılınca benim mikro hikayem bir makro meseleye dönüştü.
Ermeni-Türk çatışmasını yazdığım için kimileri beni yerdi, kimileri övdü. Oysa her iki kesime de bunun sadece bir kurgudan ibaret olduğunu anımsatma gereği hissettiğim zamanlar oldu. Sadece bir hikayeydi. Ve "sadece bir hikayeydi" derken işimi küçümsüyor da değilim. Ben edebiyatı kendisi için sevmek istiyorum, bir araç gibi görmek değil. Yazarların politik görüşleri olabilir, hatta iyi politik romanlar da yazılabilir ama edebiyatın dili ile siyasetin dili aynı şey değildir.
Chekhov, "Bir problemin çözümlemesi ile aynı problemi doğru bir şekilde sorabilmek tamamen iki farklı meseledir" demiştir. "Ve sadece ikincisi sanatçının yapabileceği bir şeydir."
" Kimlik politikaları bizleri böler, hikayeler ise birleştiriyor. Birisi kallavi genellemelerle ilgileniyor.
Diğeri ise nüanslarla. Biri sınırlar çiziyor. Diğeri ise hudut tanımıyor. Kimlik politikaları katı tuğlalardan örülüyor. Edebiyat ise akan bir su gibi. Osmanlılar döneminde "meddah" adı verilen seyyar hikaye anlatıcıları vardı. Kahvehanelere gider, izleyicilerin önünde hikayeler anlatırlar, çoğu zaman doğaçlama yaparlardı. Hikayedeki her yeni karakterle birlikte, meddah sesini değiştirir, o karakteri canlandırırdı. Herkese açıktı, herkes seyredebilirdi-- sıradan insanlar, hatta Sultan bile, müslümanlar ve gayri-müslimler. Hikayeler sınırların ötesine geçer. Tıpkı Orta Doğu'da, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Asya'da çok yaygın ve popüler olan "Nasreddin Hoca" hikayeleri gibi. Bugün de dün olduğu gibi, hikayeler sınırları aşmaya devam ediyorlar. Filistinli ve İsrailli politikacılar konuştuğunda genellikle birbirlerini dinlemiyorlar. Ama Filistin'li bir okur Yahudi bir yazarın kitabını hala okuyor. Ve Yahudi bir okur da Filistinli yazarınkini, empati kurarak. Edebiyatın bizi daha da öteye taşıması lazım. Eğer bunu başaramazsa zaten iyi bir edebi eser değildir. Kitaplar beni bir zamanlar olduğum o içine dönük çocuk olmaktan çıkardılar. Ama onları putlaştırıma tehlikesinin de farkındayım. Şair ve mistik Rumi ruhsal eşi Şems-i Tebrizi-i ile karşılaştığında, Şems'in ilk yaptığı şeylerden birisi Rumi'nin kitaplarını suya atmak ve harflerin yok oluşunu izlemek olmuştu. Sufiler şöyle der "Sizi kendinizden öteye götürmeyen bilgi cehaletten beterdir. " Bugünün kültürel gettolarının sorunu bilgi eksikliği değil. Birbirimiz hakkında çok şey biliyoruz ya da bildiğimizi sanıyoruz. Ama bizi kendimizden öteye götürmeyen bilgi bizi elitist yapıyor, mesafeli ve uzak. Çok sevdiğim bir metafor var; Bir pergel gibi çizerek yaşamak. Bilirsiniz, pergelin bir bacağı sabittir ve kök salmıştır; Ama bu arada diğer bacağı sürekli hareket ederek büyük bir çember çizer. Ben kendi edebiyatımı da buna benzetiyorum. Bir ayağım İstanbul'da güçlü Türk kökenimle duruyor. Ama diğer bacağım dünyayı geziyor, farklı kültürler arasında köprüler kuruyor. Bu açıdan, kurgularımın hem bölgesel hem de evrensel, hem buradan hem de heryerden olduğunu düşünmeyi seviyorum. Aranızda İstanbul'u bilenler büyük ihtimalle Topkapı Sarayı'nı da görmüşlerdir. 400 yıldan uzun bir süre boyunca Osmanlı sultanları orada ikamet etmişlerdi.
Sarayda, en gözde cariyelerin bulunduğu bölmelerin hemen dışında, binaların arasında Cinlerin Meşveret Yeri denilen bir yer vardır. Bu kavram benim çok ilgimi çekiyor. Birşeylerin arasında kalan bölgelere bizler genellikle pek güvenmeyiz. Onları belirsizlik simgesi olarak alma ve dumansız ateşten yapılmış ecinni denilen doğa üstü yaratıklara ait bölgeler olarak görme eğilimindeyiz. Ama bence biz yazar ve sanatçıların en çok da böyle aradalıklara, belirsiz bir bölgeye ihtiyacı var. Kurgu yazdığımda ben bu belirsizliği ve değişkenliği kucaklıyorum. 10 sayfa sonra neler olacağını bilememekten zevk alıyorum. Karakterlerim beni şaşırttıklarında mutlu oluyorum. Bir romanımda Müslüman bir kadının hikayesini yazabilirim. Ve bu belki de çok mutlu bir hikaye olur. Bir sonraki kitabımda ise Norveçten yakışıklı ve gay bir profesörü yazıyor olabilirim. Kalpten geldiği sürece, her şey veya herhangi bir şey hakkında yazabiliriz.
Audre Lorde bir defasında "Beyaz babalar bizlere düşünüyorum öyleyse varım demeyi öğrettiler" demişti. Ama onun önerisi "Hissediyorum, öyleyse özgürüm" diyebilmek idi. Ben bunun harika bir paradigma kayması olduğunu düşünüyorum. Ama, o zaman neden bugün hala yaratıcı yazım kurslarında öğrencilere öğrettiğimiz ilk şey şu oluyor: Bildiğiniz şeyi yazın. Belki de bu başlamak için doğru bir yol değildir. Yaratıcı edebiyatta illa da bildiğimiz şeyi ya da olduğumuz şeyi yazmamız gerekmiyor.
Gençlere - ve kendimize - kalplerimizi genişletmeyi öğretmemiz gerekiyor ve hissettiklerimizi yazmayı.
Kendi küçük kültürel gettomuzdan dışarıya çıkmalı ve gidip bir sonrakini ziyaret etmeliyiz ve bir sonrakini.
Sonuçta, hikayeler dönen semazenler gibiler, çember ötesi çemberler çizerler. Kimlik politikalarını aşarak tüm insanlığı birleştirirler. Ve bu da iyi haber.
Eski bir Sufi şiiri ile bitirmek istiyorum.
"Gelin tanış olalım;
 İşi kolay kılalım;
Sevelim sevilelim;
Dünya kimseye kalmaz."

Teşekkür ederim.
Elif ŞAFAK

Kaynak

Ted Nedir?
Konuşmayı Video olarak izlemek için tıklayın

11 Ekim 2010 Pazartesi

Doktorların Günlüğünden


Ülke: Almanya
Askerdeyken sağlık kontrolünden geçirilmiştik. İdrar tahlili için hepimize plastik bardaklar verilmişti. Erlerden biri bunun üzerine doktora:
-- 'Bunları neresine kadar dolduralım?' diye sormuştu. Doktorun cevabını aynen yazıyorum:
-- 'Bize biraz dudak payı bırak da içerken üstümüze dökülmesin.'
İl: Adana
Bir arkadaşımın doktor babası anlatmıştı. Bir klinikte çalışıyormuş ve hiç abartısız her gün yaşlı bir çift muayene olmak için geliyormuş. Tabi kovmak olmaz, her gün muayene ediyor, ilaçları bittikçe yeni reçeteler yazıyorlarmış. Bir gün yaşlı teyze yalnız gelimiş. Klinikteki herkes şaşırmış. Merakla sormuşlar. Teyzenin cevabı:
-- 'Amcanız bugün biraz hasta, o yüzden gelemedi ;
İl: Ankara
Muayeneye gelen hastalar beni potansiyel damat olarak mı görürler bilinmez ancak kontrole daima süslenmiş, püslenmiş, bayram çocuğu kılıklı bir hanımla gelirler. Önceki gün yaşlı bir teyze kontrole torunuyla birlikte geldi. Torun yeni gelin gibi göz süzdü, bilindik tavırlar... Bu durumu diğerlerinden ayırıp beni dumur eden kısım şöyle gelişti: Torun masadan bir kağıt aldı, üzerine adını ve telefonunu yazıp bana uzattı,
-- 'Acil bir şey olursa ararsınız' dedi!
Nasıl yani? Acil bir şey olursa siz beni arayacaksınız! Benim sizi aramam için nasıl bir aciliyet olabilir?
İl:İstanbul
Doktor bir arkadaşım anlatmıştı; Bir adam on yaşlarındaki çocuğunu nefes darlığı çektiği için muayeneye getirmiş. Tetkiklerden sonra nefes borusuna baskı yapan bir tümör tespit edilmiş. Heyet halinde çocuğun babasına durumu anlatmışlar. Adam sonuna kadar sakin sakin dinlemiş. Bizimkiler de meseleyi anlatabildikleri için sevinmişler. Adam birden,
--'Yani şimdi pekmezi kaynatıp içirsek açılmaz mı?' diye sormuş
İl:Ankara
O doktor gömleğiyle kendime güvenim o kadar artıyor ki, herkes bana bakıyor sanıyorum. Çıkardığım anda omzum düşüyor, güvenli bakışlarım sönüyor. Bir yasa çıksa da her yerde gömlekle gezsem.
İl:Antalya
Tıp öğrencisiyim. Doktor olmak istemiyordum. Kıytırık bir bölüm seçip yata geze okumak istiyordum. İşin kötü tarafı, artık hastalara bakıyorum. Bugün üroloji bölümündeydim. Adamın tekinin yumurtalıklarını incelemem gerekiyordu. Adamın soyunmasıyla tuvalete gitmem bir oldu. O neydi öyle ya! İğrenç! Haliyle hocam beni eve gönderdi. Sanırım ben bu işi yapamayacağım.
İl:İstanbul
Tıp fakültesinde öğrenciyim. Tıp öğrencileri olarak hastalara uygulanan tıbbi prosedürleri izliyoruz. Özellikle hastaya acı veren işlemlerde birçok arkadaşım hastanın çok acı çektiğini düşünüp kendilerini kötü hissederken ben sadece yapılan işleme odaklanıyor ve hastalar için zerre kadar üzüntü hissetmiyorum. Galiba berbat bir doktor olacağım.
İl:İstanbul
Özel bir hastanede uzman doktor olarak çalışıyorum. Muhasebe elemanları beni cimri ve küçük hesaplar peşinde koşan biri olarak görmesinler diye küçük tutarlı vergi iade fişlerini yazmadım. İtibar önemli. Aslında her fişi yazmak isterdim. Boşa gittiler diye üzülüyorum.

İl:İstanbul
Dört yıl SSK doktorluğunda duyduklarınızı başka hiçbir yerde duyamazsınız.
--'Ne yedi?' sorusunun cevabı,-- 'Her zamankinden'dir.
-- 'İlaçlar bitti mi?' dediğinizde,-- 'Ağır gelir diye kestik' derler.
Her gün-- 'Allah belanızı versin' diye dua ederler.
-- 'Paranızı biz veriyoruz' diye küfür ederler.
Kimse bilmez ki gecede 450 hasta bakılır. Yirmi dört saat hiç uyumaz o doktor.

İl:Samsun
Bir doktor gözüyle yurdumdan insan manzaraları. Tüm hastalar acildir, üç yıldır dizi ağrıyanlar dahil! Acil olmayanların mutlaka yetişmeleri gereken otobüs, evde kalmış bebek gibi mazeretleri vardır. Hemen hemen tümünün ayaktan girip kafadan çıkan, tıp fakültesinde bize anlatılmamış tarzda ağrıları vardır.
Çoğu, -- 'Bak beni eyi muyane et ha!' der.
Genellikle siz reçeteyi kapatınca birden asıl rahatsızlıklarını hatırlarlar.

İl:İzmir
Doktorum. Tüm gün çalıştıktan sonra eve geldiğimde iki veya üç hasta komşu ile karşılaşıyorum. Genelde bu durumu sakin karşılayıp yadırgamıyorum. Çünkü bizde ' Bedava mezar bulsa yatar' psikolojisi var. Ortamda bi doktor varken mutlaka bi hastalık bulunur, bulunmasa da uydurulur ve check up'tan geçilir. Ama geçen gün gelen komşumuzun, karın ağrısını araştırmak üzere gaita (kaka) analizi yaptırması gerektiğini söylediğimde, 
--'Ben senin tuvaletine yapayım, sen ordan alıp hastanede tahlil yaptırırsın' demesi üzerine artık sakin karşılamamam gerektiğini anladım. Ama bu kadar da olmaz ki!
İl:İstanbul
Uzman doktor olduktan sonra iki ay kadar işsiz kaldım. Evde oturup birkaç özel işimi halledeyim derken başıma neler geldi biliyor musunuz?
Kocamın beni aldattığını, babamın annemden başka 4 kadınla beraber olduğunu, kız kardeşimin bakire olmadığını, kocamın sigara içtiğini, arabamı gece çizenin kocamın kız kardeşi olduğunu öğrendim! Ev hanımı olunca gözlerim açıldı yani!

Bir Misyonerin Günlüğü


8 Temmuz
İşte Türkiye’deyim; bölge sorumlusu Tommy arkadaşla havaalanından kalacağımız eve giderken hayli uyarıcı bilgiler aldım; 'Hemen başlama, biraz sağını solunu tanımalısın; Türkler acayip bir millettir' filan diye bir şeyler söyledi, ama aldırış etmedim. Bir dakika bile zayi edilmemeli; görev kutsal, görev ağır.

9 Temmuz
Tommy’nin yanıldığı açık; bugün ilk tebliğimi yaptım bile.Adam parkta öylece oturuyordu.Söylediğim her şeyi gülümseyip başıyla tasdik ederek saatlerce dinlerken ruhumun göklere değdiğini hissetmiştim. Bizi seyreden simitçi, sonradan o adamın sağır olduğunu söyleyince biraz moralim bozuldu ama olur öyle şeyler.daha yolun başındayım

11 Temmuz
Üçüncü gün; Tommy hâlâ 'erken henüz' diye ısrar ediyor.Mânâsız bir ısrar bu; kurtulması gereken o kadar çok ruh var ki burada.Çorap almaya inmiştim semt pazarına. Nasıl oldu anlamadım ama eve dönerken artık benim altılı çelik tencere takımım vardı. Önemli değil, tencere gerekli bir araç nasıl olsa. Tencereci arkadaşa müjdeyi tebliğ ettim.'Ayıpsın abi, Hazreti İsâ’ ya can fedâ.' dedi, ben ağladım. Söz verdi, pazar toplantılarına gelecek; hatta bana bir adres bile verdi.O adrese gidersem bir sürü insanı misyona katabilirmişim.

21 Temmuz
Tommy hâlâ 'gitme, bak karışmam' diyor; işte bu aşırı ihtiyatkârlık yüzünden buralarda İsa’nın mesajı yeterince bilinmiyor zaten. Gittim; şehrin kenarında kalabalık bir mahallede bir apartmanın altıncı katına çıktım. İçeride bir hayli erkek vardı; beni içeri aldılar, mobilyasız bir salona geçtik. Çay getirdiler; hatır sordular. Tam lâfa başlarken biri parmağıyla 'sus' işareti yaptı. İçeriden yaşlıca bir adam çıkıp salona gelince herkes gibi ben de ayağa kalktım. Sonra adam konuşmaya, bir nevi vaaz vermeye başladı. Şöyle bir dinledim; eh fena şeyler değil. Toplantıdan sonra herkes birbirine sarıldı, yeniden çay ikram edildi. Burayı sevdim, yarın da geleceğim.

2 Ağustos
Yine aynı şeyler oldu; bir ara fırsat bulup salondaki arkadaşları misyona kazandırayım dedim. Tam 'İsa' demiştim ki, ihtiyar vaiz 'İsa dedin de aklıma geldi.' deyip çok tatlı bir bahis açtı. Öyle güzel anlatıyor ki başladım ağlamaya. Zor teselli ettiler; sonra ortaya sofra geldi. Yemek yedik. Kuşbaşılı pilav nefisti; hele cacık!
12 Ağustos
Tommy beni tesbihle oynarken yakaladı. 'Nereden buldun' diye sıkıştırıyor. 'Dükkanın birinden aldım.' dedim. Tesbih bana iyi geliyor, meditasyon yerine geçiyor. Bir tane de Tommy’e mi alsam? 6 Eylül Bugün hep birlikte camiye gittik. 'Bakayım' dedim burada neler yapıyorlar, nasıl ibadet ediyorlar. Mecit diye bir temiz yüzlü arkadaşım var cemaatten. Bana abdest almayı öğretti caminin avlusunda. Tuvaletleri pek temiz değil ama abdest çok güzel bir olay. Fırsatını kolluyorum; bunların hepsini Protestan etmezsem bana da Mahmut demesinler!
16 Eylül
'Nereden çıktı bu Mahmut?!' diye çıldırdı Tommy. 'Kod adım' dedim. Anlamadı. Anlamaz tabii. Ben ne yaptığımı biliyorum. Şimdilik sesimi çıkarmıyor, toplantılara muntazaman devam ediyorum; ezan okununca 'Hadi camiye gidelim, Mahmut.' diyorlar, gidiyorum. 'Neler okuyorsunuz fısır fısır?' diye sordum. Öğrettiler. Fatiha çok güzel bir sûre. Tommy’e de öğretmeliyim.

1 Ekim
Tommy beni evden atmaya kalkıştı dün. 'Seni kandırıyorlar, Müslüman yapacaklar enayi.' diye çıkıştı. İtiraz ettim, 'Ben bunların içyüzünü öğrenmeye çalışıyorum Pastör Tommy' dedim. 'Sırlarını öğrendiğim an, bunları sürü halinde önüme katıp Sarayburnu’ ndan denize sokup cümlesini birden çatır çatır vaftiz etmezsem bana da Mahmut demesinler.' dedim. 'Çık dışarı aptal.' diye kovdu beni. Misyondan gelen aylığımı da kesti. Vermezse vermesin, cemaatteki arkadaşlar aralarında para toplayıp verdiler. Geceyi ucuz bir otelde geçirdim. Bugün Mecit’in evine taşınıyorum. Az kaldı, az.. Dayan, oğlum Mahmut!

6 Kasım
Mecit benim için istihareye yatmış; 'Yeşil gördüm, Mahmut.' dedi, 'Nurlar içindeydin, hidâyet nasip oldu sana, ne mutlu.' dedi. Tabii, aldırış etmiyorum, fakat hoşuma gitmedi de değil.

9 Kasım
Bugünlerde cemaate İngilizce dersleri vermeye başladım; sabah namazını topluca edâ ettikten sonra kuşluk vaktine kadar ders veriyorum. Kuşlukla öğle arasında tefsir dersleri yapıyoruz.Beni artık iyice kendilerinden zannediyorlar.

21 Kasım
Yeni damat olduğum için dört günden beri günlük yazamadım. Mecit’in teyzesinin kızı Sabiha ile nikahlandık dün. Nikâhımızı Saadettin Hoca kıydı sağ olsun.Sünnet dediğin ise sinek ısırığı gibi bir şey zaten, çabucak geçti. Bu sabah yolda Tommy ile karşılaştık. 'Kiliseye yazdım, seni defterden sildiler.' dedi. Güldüm, hâlâ o bayatlamış misyoner kafası işte. Benim din değiştirdiğimi sanıyor, gerzek. Halbuki ben...

28 Kasım
Ne kadar üzgünüm. Mecit, 'Nasip değilmiş, seneye gidersin' diyor. Hac kayıtları kapanmışmış. İstesem ecnebi pasaportumla Mısır üzerindenvize alır giderim, ama ben olayı içeriden, herkesle bütün mü’minlerle birlikte yaşamak istiyorum oysaki.

19 Aralık
Öğleden sonra yayıncımla sözlü anlaşma yaptık; ilk eserim iki ay sonra çıkıyor:'İslâm’ın selefî boyutlarına dinamik bakışlar'.Yayıncım, 'Fiyatı iki lira yaparsak üç yüz bin satarız.' diyor.

'HAMD OLSUN'

Anne ile Baba arasında ki fark!!!

[anne.jpg]


Arkan Sağlamsa

Denizli'de araştırma yapmak için kamp kuran bir grup üniversite öğrencisi, kamp yakınına tüneyen bir Denizli horozunun sabahın erken saatlerinde yüksek sesle ötmesinden çok rahatsız olmuşlar... Sabahın köründe ortaya çıkan horoz, önce dikleniyor, sonra dakikalarca ötüyormuş... Tabii ekipte ne uyku ne de huzur bırakmıyormuş... Sonunda sabırlar tükenmiş... Susturmak için başlamışlar horozu kovalamaya...
Horoz önde.. Gençler peşinde... Mahalle arasına dalmışlar... Kovalamacayı gören, fakat bir anlam veremeyen yaşlı dede, seslenmiş:
- Hey, evlatlar!.. Bu zavallı horozu niye ürkütüyorsunuz?..
-Dede, sabahın köründe ötmeye başlıyor, kampı ayağa kaldırıyor. O yüzden başını keseceğiz!..
- Yazıktır evladım yapmayın!.. demiş ihtiyar, 'Bırakın, ben onun sesini keserim, bir daha da rahatsız etmez sizi...'
Gençler bunun üzerine kovalamayı bırakmışlar. Ertesi sabah, hafif 'gak-guk' sesleri dışında horozdan kayda değer hiçbir ses çıkmadığını görünce de şaşırıp dedeye koşmuşlar:
- Yahu dede, ne yaptın da bu horozun sesini kestin?..
İhtiyar gülmüş:
- Kıçına zeytinyağı sürdüm. Horoz kabararak ötmeye yeltendiğinde, gerisi tutmuyor ki kuvvet alsın... Ancak 'gak - guk' edebiliyor...
Kıssadan hisse: Arkan sağlamsa, istediğin kadar kabarır, diklenir, sözünü dinletirsin.Arkan bir gevşemeye görsün, ancak 'gak-guk' edersin...

Fıkra

Kadının evinde cam kırılmıştı, camcıyı aradı ve siparişi verdi, yarım saat sonra zil çaldı.Kadın diafondan seslendi,


'Kim o ?'

'Camci be ya..'

Kadın kapıyı açtı ve camın takılacağı yeri gösterdi beş dakika sonra yine zil çaldı.

'Kim o ?'

'Camci be ya..'

Kadın;'Yanlışlık var, az önce bir camcı gelmişti ?!..

'Düştuk be ya....'

Uçurumun Kenarında ki Çiçek..


Kocam bir mühendisti. Onunla sâkin tabiatını sevdiğim için evlenmiştim. Bu sâkin adamın göğsüne başımı koymak içimi nasıl da ısıtırdı…
Gel gör ki iki yıl nişanlılık ve beş yıl evlilikten sonra bu sâkinlik beni yormaya başlamıştı. Eşimin -bir zamanlar çok sevdiğim- bu özelliği artık beni huzursuz ediyordu.
İş ilişkiye gelince oldukça içli, hattâ aşırı hassas bir kadınım. Romantik anlara, küçük bir çocuğun şekere düşkünlüğü gibi can atıyorum. Oysa kocamın sakinliği, başka bir deyişle vurdum duymazlığı, evliliğimize romantizm katmaması beni aşktan almış, uzaklaştırmıştı. Sonunda kararımı ona da açıkladım: boşanmak istiyordum.
Şaşkınlıktan gözleri açılarak 'niye?' diye sordu. 'Gerçekten belli bir sebebi yok' dedim, 'sadece yoruldum.' Bütün gece ağzını bıçak açmadı. Düşünüyordu. Bu hâli ise hayal kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu: işte, sıkıntısını dışarı vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim. Ondan ne bekleyebilirdim ki!
Sonunda sordu: 'seni caydırmak için ne yapabilirim? 'Demek ki söyledikleri doğruydu: insanların mizacı asla değiştirilemiyordu. Son inanç kırıntılarım da kaybolmuştu. 'İşte mesele tam da bu' dedim. 'Sorunun cevabını kendin bulup kalbimi ikna edebilirsen kararımdan vazgeçebilirim.' 'Diyelim dağın tepesinde bir uçurum kenarında bir çiçek var. O çiçeği benim için koparmak, düşüp vücudunun bütün kemiklerinin kırılmasına, hattâ ölümüne mâl'olacak. Bunu benim için yapar mısın?'
Yüzümü dikkatle inceledi ve 'Sana bunun cevabını yarın vereceğim' dedi. Bu cevapla son ümidim de yok olmuştu. Ertesi sabah uyandığımda evde yoktu. Boş bir süt şişesini mutfak masasının üzerine koymuş, altına da bir not bırakmıştı. 'Sevgilim' diye başlıyordu, 'O çiçeği senin için koparmazdım' Kalbim yine kırılmıştı. Okumaya devam ettim.
'Çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var.' 'Anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden önce eve varabilmem üzere koşmam gerektiğinden bacaklarıma ihtiyacım var.' 'Arabayı kullanmayı çok sevdiğin halde şehirde hep yolu kaybettiğinden, yolu gösterebilmem için gözlerime ihtiyacım var.' "Sadık Arkadaşın"'ın her ayki ziyaretinde sebep olduğu, karnındaki krampları rahatlatabilmem için avuçlarıma ihtiyacım var.'
'Evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmem için ağzıma ihtiyacım var.' 'Sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması kaçınılmaz olduğundan, yaşlandığımızda tırnaklarını kesebilmem, saçlarında -görülmesini istemediğin- beyaz telleri ayıklayabilmem, merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin - gençliğinde senin yüzünün rengi gibi olduğunu söyleyebilmem için gözlerime ihtiyacım var.'
'Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip, o çiçeği senin için koparırım bir tanem.'
Baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer yer dağılıyordu. Göz yaşlarım mektuba düşüyordu. 'Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lüften kapıyı aç canım. Çok sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle kapıda bekliyorum.' Koşarak kapıyı açtım. Endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıca tuttuğu susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi. Artık çok iyi biliyordum: beni ondan daha çok kimse sevemezdi. O çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya karar verdim.
Bu gerçek aşktı. İlk yıllardaki heyecanlar içinde görmeye alıştığımız aşkın, seneler sonra o heyecanlar kaybolup gittiğinde, huzur ve durgunluk içinde de hep var olmaya devam ettiğini göremeyebiliyoruz.
Oysa aşk hep vardır. Belki artık heyecansız, belki artık romantik değil... Belki sıkıcı, tekdüze, hatta belki yüzsüz... Ama hep oralarda bir yerdedir.
Çiçekler ve romantik dakikalar ilişkinin başlaması için elbette gereklidir. Bir zaman sonra bunlar gitse de gerçek aşkın sütunu ebedi kalır.
Hayat tam da böyle bir şeydir.

Anladığın Kadarsın

Birkaç yüzyıl önce Papa bütün Yahudilerin Roma'yı terk etmeleri gerektiğine karar verir. Doğal olarak Yahudi toplumundan büyük bir tepki gelir. Bunun üzerine, Papa ile Yahudi toplumundan önde gelen birisiyle karşılıklı dini bir müzakere yapmalarını önerir. Yahudiler kazanırsa kalacaklar, Papa kazanırsa gidecekler. Yahudiler çaresiz kabul eder ve temsilci olarak Moiz'i seçerler. Ancak Moiz'in Papa ile aynı dili konuşamaması nedeniyle müzakere de konuşmak yerine sadece işaret dilinin kullanılmasını teklif ederler. Papa kabul eder.
Müzakere günü geldiğinde iki taraf karşılıklı yerlerini alırlar ve karşılıklı olarak bir süre bakıştıktan sonra Papa elini kaldırarak üç parmağını gösterir. Buna karşılık Moiz tek parmağını kaldırır.
Papa parmaklarını sallayarak başının etrafında çevirir. Moiz ise parmağıyla yeri işaret ederek oturduğu yeri gösterir.
Papa yanındaki çantadan bir parça ekmek ve şarap çıkartınca Moiz de bir elma çıkartır.
Bunun üzerine Papa ayağa kalkarak : 'Ben pes ediyorum, Yahudiler kalabilirler' der.
Müzakere sonrasında Papa'nın etrafına toplanan kardinaller Papa'ya ne olduğunu sorduklarında Papa;
- Ben önce 3 parmağımı gösterip Kutsal Üçlüyü işaret ettim. Buna karşılık o bana tek parmağını gösterip her iki dinin de tek tanrıyı tanıdığını soyledi. Ben parmaklarımı sallayıp başımın etrafında çevirerek tanrının bizim etrafımızda olduğunu gösterdiğimde o da oturduğu yeri işaret ederek tanrının onların durduğu yerde de olduğunu işaret etti. Ben kutsal ekmek ve şarap çıkartıp tanrının bizim günahlarımızı bağışladığını göstermek istediğim zaman da hemen bir elma çıkartıp bana ilk günahı hatırlattı. Herifin her şeye bir cevabı var. Ne yapabilirdim ki?
Aynı sırada Yahudi cemaati de Moiz'in etrafını sarmış ona nasıl başardığını soruyorlardı. Moiz:
- Önce bana 3 parmağını gösterip 3 gün içinde burayı terk etmemizi istedi. Ben de ona bir tekimizin bile ayrılmayacağımızı söyledim. Sonra bütün şehrin Yahudilerden temizleneceğini söyledi. Ben de, hiç bir yere gitmeyip olduğumuz yerde kalacağımızı söyledim.
- Sonra ne oldu? diye kalabalık heyecanla sordu.
- Valla,sonrasını ben de pek anlamadım. Adam biraz hiddetlendi ve öğle yemeğini çıkarttı. Bunun üzerine ben de benimkini çıkarttım. Hepsi bu!...
İNSANLARIN NE KONUŞTUĞU DEĞİL NE ANLADIĞI ÖNEMLİDİR...

Türk Yönetim Sistemi

Türk ve Japon şirketleri arasında bir kürek yarışı düzenlenmesine karar verildi.Her iki takımda, performanslarının en üst düzeyine varabilmek için uzun ve zorlu bir hazırlık döneminden geçti. Büyük gün geldi ve iki takımda, kendini hazır hissediyordu. Japonlar yarışı bir kilometre farkla kazandılar...
Yarış sonrası Türk takımı çok sarsılmıştı.Türk Şirket yönetimi yarışın açık farkla kaybedilmesinin nedeninin bulunmasına karar verdi. Yapılan araştırmalar, analizler ve uzun çalışmalar sonucu hata bulundu ve çözüm önerisi getirildi.
Japonların takımında 8 kişi kürek çekiyor, 1 kişi dümencilik yapıyordu.
Türk Takımında ise 1 kişi kürek çekiyor, 8 kişi dümeni kullanıyordu.
9 kişilik Türk takımı Japonlarla bir yarış yapmak üzere yeniden yapılandı.Yeni yapılanma şekli şöyleydi;
- 4 dümen müdürü,- 3 bölgesel dümen müdürü,- Kürek çekmekle görevli kişinin performansından sorumlu 1 Dümen yöneticisi,- ve 1 kürek çekme elemanı.
İkinci yarışı Japonlar iki kilometre arayla kazandılar. Tepesi atan Türk şirketi yönetim kurulu hemen harekete geçti. Yarışın kaybedilmesinden sorumlu tutulan kürekçi kovuldu ve müdürlere sorunun çözümüne olan katkılarından dolayı ikramiye verildi

Başarının Sırrı

İş adamının işleri bozulmuştu. Ne yaptıysa olmuyordu. Bir zamanlar çok başarılı bir insan olmasına rağmen şimdi büyük olan sadece borçlarıydı. Bir taraftan kredi verenler onu sıkıştırırken, diğer taraftan da bir sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. Nefes almak için parka gitti. Bir banka oturdu, başını ellerinin arasına aldı ve bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı. Tam bu sırada birden, önünde yaşlı bir adam durdu.

'Çok üzgün görünüyorsun. Seni rahatsız eden bir şey olduğu belli… Benimle Paylaşmak ister misin?' diye sordu yaşlı adam.

İşadamının yakınmalarını dinledikten sonra da,

'Sana yardım edebilirim' dedi. Çek defterini çıkardı. İşadamının adını sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken de şöyle dedi:

'Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al' dedi.

Ve yaşlı adam geldiği gibi hızla gözden kayboldu. İşadamı elindeki çeke baktı. Çekte 500 bin dolar yazıyordu ve imza ise John Rockefeller' e aitti, yani o gün için dünyanın en zengin adamına. 'Tüm borçlarımı hemen ödeyebilirim' diye düşündü. John Rockefeller' e ait bu çekle her şeyi çözebilirdi. Ama çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu değerli çeki kasasına koydu. Onun kasasında olduğunu bilmenin güveniyle yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı. Büyük küçük demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra tekrar işlerini yoluna koyabilmişti. Takip eden aylarda ise borçlarından tümüyle kurtulup hatta para kazanmaya başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti. Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı.

Hemşire 'Onu bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir' dedi. 'Çünkü bu bey sürekli olarak huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese kendisinin John Rockfeller olduğunu söylüyor' diye ekledi.

Hemşire adamın koluna girip onunla birlikte uzaklaştı. İşadamı şaşkın bir şekilde öylece durdu kaldı. Sanki donmuştu. Tüm yıl boyunca arkasında yarım milyon dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve satmıştı. Birden, hayatının akışının değiştiren şeyin para olmadığını fark etti.

Hayatını değiştirenin yeniden kendinde bulduğu kendine güven ve inançtı. başarının sırrı, kasamızda duran değil, kendi kalbimizde ve kafamızda olanlardır. Başka yerde aramaya gerek yok.

İşlem Hacmi


Yaşlı borsacı ile genç borsacı parkta sohbet ederek dolaşıyorlar. Yaşlı gence mesleğin püf noktalarını anlatıyor:
-Bak evladım. Bu meslekte başarılı olmak için sadece fırsatları değerlendirmek yetmez. Zaman zaman fırsatları senin de yaratman gerekir. Bunun için sürekli dikkatli olman gerekir. Uygun bir yorumla hiç umulmadık olaylar bile, çok büyük fırsatlara dönüşebilir. Bak mesela, şu karşıda gördüğün taze köpek pisliği sana sadece iğrenç bir şey olarak geliyordur. Ama ben eğer, 'şu pislikten bir lokma alıp ağzına atarsan sana 5000 Dolar veririm' dersem, olay senin açından nasıl da büyük bir fırsata dönüşüverir, değil mi? Yapar mısın?
Genç borsacı "tabii efendim" der. Parmağını pisliğe daldırır, bir lokma alır, yutar.
Yaşlı borsacı cebinden 5000 Dolar çıkartır, gence verir. Bir süre yürürler, genç dayanamaz sorar:
-Hocam, ben size aynı teklifte bulunsaydım kabul eder miydiniz ? Bakın ileride de başka bir pislik var. 5000 Dolar karşılığı dener miydiniz?
Yaşlı borsacı tabii ki der. O da bir lokma alıp yutar. Genç borsacı da çıkartır, biraz önce kazandığı 5000 Doları iade eder. Bir süre sessiz sessiz yürürler. Genç yine dayanamaz sorar:
- Hocam. Ne sizin cebinizdeki para miktarı değişti. Ne de benim cebimdeki. Söyler misiniz, biz bu boku niye yedik ?
Kurt borsacı cevap verir: - Öyle deme evladım. Onbin dolarlık işlem hacmi yarattık!!!

Çöktük


BİR DEVLET NE ZAMAN ÇÖKER?
Kanuni Sultan Süleyman, muhteşem bir konuma getirmiş olduğu devletinakıbetini biran hayal eder. Günün birinde Osmanlıoğulları da inişe geçer,çökmeye yüz tutar mı? diye derin bir düşünceye dalar. Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi, meşhur alim ve veli Yahya Efendi Hazretlerine sorardı. Bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahya Efendi Hazretlerine gönderir.
'Sen ilahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle de bizi tenvir buyur. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının akibeti nice olur? Bir gün olur daizmihlale uğrar mı?' şeklindeki mektubunu gönderir.
Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahya Efendi Hazretleri'nin cevabı bir bakıma çok kısa, bir bakıma içinden çıkılmaz bir mana taşımaktadır:
'Neme lazım be Sultanım'
Topkapı sarayında bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bir mana veremez. YahyaEfendi gibi bir zatın böylesine basit bir cevapla bu işi geçiştireceğini depek düşünemez. Söylenmeye başlar.
'Aceb, bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?'
Nihayet kalkar, Yahya Efendi Hazretleri'nin Beşiktaşdaki dergahına gelir.Sitem dolu sorusunu tekrar eder.
'Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!' Yahya Efendi Hazretleri duraklar. 'Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arzetmiştim.'
'İyi ama bu cevaptan ben birşey anlamadım. Sadece 'neme lazım be sultanım' demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi bir anlam çıkarıyorum.' Yahya Efendi Hazretleri bu cevaptan sonra şu ibret verici açıklamasını yapar:
'Sultanım! Bu devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de neme lazım deyip uzaklaşsa, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenlerbunu söylemeyip sussa, gizlese, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların,kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese. İşte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir.'
Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca Sultan söyleneni başını sallayarak tasdik eder. Sonra da kendisini böyle ikaz eden bir alime devletinin sahip olduğu için Allah(cc) a şükreder. Bu türlü ikazlardan geri kalmaması için tembihte bulunarak dergahtan ayrılır.
(Mektup bugün Topkapı'da sergilenmektedir.)

Öğrenci efsaneleri


ODTÜ Felsefe öğrencilerini en çok zorlayan hocalardan biri yıllık olan dersinin final sınavında sınıfa gelmiş ve sınav sorusu olarak tahtaya, "Why?" (Neden?) yazmış. Öğrenciler ilk önce ne yazacaklarını şaşırmışlar, sonra herkes birşeyler yazmaya başlamış. Yalnız bir öğrenci, sınavın ilk dakikasında kağıdını teslim etmiş. Öğrencinin cevabı da soru gibi kısaymış: "Why not?" (Neden olmasın ki?) Bu öğrenci sınavdan "100" almış.

Aynı hoca başka bir sınavda "risk nedir?" diye soruyor. Yine bir öğrenci sınavın ilk 10 saniyesinde teslim ediyor kağıdını. Kağıdın üst kısmında sadece isim-soyadı yazıyor, gerisi ise bomboş beyaz yaprak. En altta ise "İşte risk budur" diye yazıyor. Ve sonuçta da sınıftaki en yüksek notu alıyor. Hocanın bir sonraki sınavında yine "Risk nedir?" sorusuyla karşılaşan öğrencimiz tekrar boş kağıt verince bu sefer 0 alıyor. Tabii koşa koşa hocaya gidip sebebini soruyor. İşte cevap: "Aynı şartlar altında, aynı riski iki kere almak aptallıktır!"

Hocamız bir başka sınavda derse giriyor ve tek soru soruyor: "Atatürk ne yaptı?". Bütün öğrenciler harıl harıl yazmaya başlıyor, kağıtları dolduruyorlar. Sınav sonucunda herkes ortalama notlar alıyor. Bir öğrenci ise 100 alıyor. Bu öğrencinin cevap kağıdında şu yazıyor: "Ne yapmadı ki!"

Bu tür öğrenciler ve değerlendirmeler Hukuk Fakültelerinde yok mu? Elbette var. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Hocanın biri sınavda, günlerde devam etmekte olan bir davanın detaylarını vermiş ve sonucun ne olacağını sormuş. Tabii, bütün öğrenciler ha babam, de babam, sayfalarca yazmaya başlamışlar. Ama bir öğrenci kağıdını sınavın ilk dakikasında vermiş. Ve buna rağmen 100 almış. Öğrencinin yanıtı tek cümleymiş: "Devam eden dava hakkında yorum yapılamaz."

Bir efsane de tıpçılardan: Olay bir tıp fakültesinin anatomi dersinde geçiyor. Okulun en iyi hocası, anatomi dersine ilk kez giren öğrencilerine; "Tıpta iki önemli şey vardır" demiş, "İlki, hiç bi şeyden iğrenmeyeceksiniz!" Bunu söyledikten sonra işaret parmağını önündeki kadavranın makatına sokmuş, şöyle bir karıştırıp çıkarttığı parmağını hop diye ağzına sokmuş ve emmiş. Ardından öğrencilerden de aynısını yapmalarını istemiş. Genç tıp öğrencileri, kızara bozara aynı şeyi teker teker yapmışlar. Bunun üzerine Hoca öğrencilerine dönüp; "İkinci önemli şey ise çok dikkatli olmaktır" demiş ve eklemiş, "Mesela ben demin hastanın makatına işaret parmağımı soktum ama orta parmağımı emdim!"...

Bir kız yurdunda kalan kızlar, artık temizlik görevlisine olan kıllıklarından mıdır yoksa nerden çıktığı belli olmayan bir yurt geleneğinden midir, her sabah dudaklarına ruj sürdükten sonra aynaya öperek iz bırakıyorlarmış. Yurt müdürü ne yaptı ettiyse bu alışkanlığı ortadan kaldıramamış. Diğer yandan temizlik görevlileri de iyiden baş kaldırmaya başlamışlar. Sonunda müdürün aklına parlak bir fikir gelmiş. Hemen bir duyuru yapıp, kızları toplantıya çağırmış. Neyse toplanmış bunlar. Müdür "Buyrun tuvalete" demiş. Hep birlikte, temizlik görevlisinin beklediği umumi tuvalete girmişler. Aynalarda sabahki ruj izleri hala duruyormuş. Müdür "Arkadaşlar" demiş, "Bazılarınız dudaklarına ruj sürdükten sonra aynaları öperek çıkması güç izler bırakıyor. Temizlik görevlilerimiz bunları temizlerken zorlanıyor. Sizleri görevlimizin bu temizliği yaparken ne kadar zorlandığını bizzat görmeniz için topladım. Bakın ve görün". Sonra görevliye bir işaret çakmış. Bizimki gayet sakin bir şekilde tuvalet fırçasını almış, klozetteki suya daldırmış ve aynayı temizlemiş. O günden sonra bir daha o yurtta tuvaletlerde dudak izine rastlanmamış.

Sende Ağla...


Azman Dede Balıkesir`de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi'nin Mallıcaköyünden 104 yaşında idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu,dev görünümüyle insan azmanı sayılmış herkes ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu.Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Sorduklarımı cevapladı . Söz Çanakkale`ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı :
-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum.Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söylerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kimsiniz?", içlerinden biri; "Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık.Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor birgün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü, panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..
Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana
Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı . O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.." diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."
Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu.Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; "Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı ." Dedi.

C. Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin hazırladığı Çanakkale adlı kitapçıktan

Vefa bile vefasızdır


Bizim ölümüz, her ne kadar sana matem olursa da, aslında,
Hakla buluşma vakti olduğu için, bizim en neşeli, en mutlu zamanımızdır.
Çünkü bu dünya, bizim zindanımızdır.
Zindanın harap oluşu, yıkılışı, zindandakileri sevindirir.
Yani bizim bedenimiz, ruhumuz için bir zindan kesilmiştir.
Ölüm, bedeni yıkınca, toprağa düşürünce,
Ruh zindandan kurtulaçak, Hakk'a kavuşacaktır.
Aklını başına al da, fanî olan bu dünya zindanında kimsede vefa arama!
Bu dünyanın vefası bile vefasızdır....
Hz.Mevlana (K.S)

Donun tarihi gelişimi

Elif ve Vav

İnsan vav şeklinde doğar İnsan vav şeklinde doğar, bir ara doğrulunca kendini elif sanır. İnsan iki büklüm yaşar, oysa en doğru olduğu gün ölmüştür. Kulluğun manası vavdadır, elif uluhiyetin ve ehadiyetin simgesidir. O yüzden Lafz-ı ilahi elifle başlar. Elif kainatın anahtarıdır, vav kainattır. Rabbi vav gibi mütevazi olsun ister kulları. Musa dal olmuştur ama Firavunun gözü Elifte kalmıştır. İbrahim ateşte vavdır, Nemrut bizzat ateşe odun. Yunus, vav olup balığın karnında anca kurtarmıştır kendini. İnsan iki büklüm olunca rahat eder ana karnında. Boylu boyunca uzansa da kim rahattır mezarında? Vavın elifle münasebeti ne kadar iyiyse, kainatın dengeside o kadar düzgündür. Kim kimi hatırlarsa evvel o ona koşar. Kainatta tüm cisimler boşlukta dönerken insan belki o yüzden boşlukta kalmamış, Rabbi onu imanla doldurmuştur. Evvelde eliftir, bir ilahi nefesle ahirde vav olur kainat. Manayı bilmeyenler vav diyemez vay der. Buna anlamca vaveyla denir. Yani vav olamadıkları için feryad edenlerin halidir. Elif bir ağaç ve insan onun dalıdır. Azrail budadıkça nefesleri daha gür çıkar sesleri. Herbiri Dal olur ve o ağaçtan beslenir. Vav olur o ağacın gölgesine sığınır.Ve Allah insana seslenir, peygamber eliyle ulaşan mesajı hem dal hem vav ol der insana. 'Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiliği emrederler; kötülüğe engel olurlar. Namaz kılarlar, zekat verirler. Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakimdir.' Başkasının önünde eğilmek ne zordur. Birilerinin emri altına girmek ne ağırdır. Krallara boyun eğmemiş insan görmediği bir varlığa mı itaat edecektir? İnsan kendinin bile farkında değildir iki lam birbirine sarılıp kainatı ayakta tutan sütunlar gibi durmuştur elifin ardında, kainatın gezegenleri yuvarlanıp son harf misali peşinden giderken, insan yolculukta geri kalmanın acısını ne zaman anlayacaktır. Zordadır sığınacak yeri yoktur. Evrene ve seslere kulak verenler duyar yeniden o kutlu çağrıyı; 'Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Rablerine kavuşacak ve O’na döneceklerini umanlar ve Allah’a gerçek bir saygı gösterenlerden başkasına namaz elbette ağır gelir' Sonra çağırır insanı, belki cennet kokusunu duyurmak içindir bu davet, belki kendi yanına çağırıyordur. İşte o ayet: “Secde et, yaklaş!” Eğil ve ben senin başını göklere erdireyim, yıldızları ayağına sereyim, sana gezmekle bitiremeyeceğin cennetler, sayamayacağın nimetler vereyim demektir bu. Secde et, vav ol, vay dememek için la şey olan insan herşey demek olan Rabbinin önünde..

Her elif’in yolunu açacak bir “be” yaratan bir yar var ki; kelam’ını başlatır bir “elif” ile…cümle içinde elif’in varlığını hissettirir sabretmeyi bilene. elif’i cümleye sevdirir; cümleye elif’i faydalı kılar. kelam’ını kalbe vahiy kılan bir yar var ki, elif’liğinin idrakinde olmayan her yürek için büyük sıkıntılar verir; bu, oyâr’in merhametindendir, fazlındandır.

Sevgi

Kadın her sabah olduğu gibi o günde beyaz değneği ve el yordamı ile otobüse binmişti. Şoför: Soldan üçüncü sıra boş hanımefendi, dedi. Kadın 32 yaşında, güzel bir bayandı ve eşi oldukça yakışıklı bir deniz subayı idi. Bundan bir kaç ay önce yanlış bir teşhis sonucu gerçekleştirilen ameliyatla gözlerini kaybetmişti genç kadın ve asla göremeyecekti. Kocası ameliyattan sonra acı gerçeği öğrenince yıkılmış ve kendi kendine bir söz vermişti. Asla karısını yalnız bırakmayacak, ona sonuna kadar destek olacak, kendi ayakları üzerinde durana kadar cesaret verecekti. Günler geçiyordu. Kadın her geçen gün kendini daha kötü hissediyor, çok sevdiği kocasına yük olduğunu düşünüyordu. Eşinin bu içine kapanık, karamsar hali kocasını çok üzüyordu. Bir an önce bir şeyler yapması gerekiyordu, karısı günden güne kendi içine kapanık dünyasında kayboluyordu. Bütün gün düşündü koca, nasıl yardım edebilirim güzeller güzeli eşime diye. Birden aklına eşinin eski işi geldi. Geri dönmesini isteyecekti. Ama bunu ona nasıl söyleyecekti, çünkü artk çok kırılgan ve neşesizdi. Bütün cesaretini toplayarak akşam karısına konuyu açtı. Karısı dehşetle gözlerini açtı: Ben bunu nasıl yaparım ben körüm, diye bağırdı. Kocası ona destek olacağını, her sabah kendisinin işe bırakacağını ve akşamları da iş çıkışında alacağını ve ona çok güvendiğini söyledi. Çünkü eşini tanıyordu ve bunu başarabileceğini biliyordu. Kadın büyük bir umutsuzlukla kabul etti çünkü eşini çok seviyordu ve onu kırmak istemiyordu. Her sabah eşini işine bırakıyor ve akşamları da alıyordu fedakar koca. Günler böyle ilerledi, karısı eskisinden biraz daha iyiydi. Fakat kocası daha fazlasını istiyordu, kendisine söz vermişti sonuna kadar gidecekti. Akşam karısına; artık işe kendin gidip gelmelisin, dedi. Kadın şaşırmıştı. Bunu asla yapamayacağını söyledi. Kocası ısrar edince onu yine kıramadı ve bütün cesaretini topladı. Bunu kendisi de istiyordu ama o kadar güveni yoktu. Sabahları kadın artık otobüs durağına kendisi gidiyor, otobüse biniyor ve otobüsten inerek işine gidebiliyordu. Günler günleri kovaladı, hiç bir problem yoktu. Yine bir gün otobüse binerken, şoför; sizi kıskanıyorum, hanımefendi dedi. Kadın kendisine söylenip söylenmediğini anlayamadan, neden diye sordu. Şoför: Çünkü her sabah sizin arkanızdan bir deniz subayı genç adam otobüse biniyor ve bütün yol boyunca sevgi ile size bakıyor, otobüsten indikten sonra yeşil ışıkta yolun karşısına geçmenizi bekliyor siz binaya girdikten sonra arkanızdan öpücük yollayıp size her gün sevgiyle el sallıyor, dedi.

Tükendi...

Nesli Tükenen ve Tükenmekte Olan İnsanlar


*Sigara içmeyen şehirler arası otobüs şoförü

*Arabasının üzerine bavullarını saran Almancılar

*Bu kıyafet size yakışmadı diyen tezgahtar,

*Emniyet kemeri takan taksi şöförü,

*Trafikte küfür etmeyen araç şoförleri,

*Kadınların dişilikten daha çok insan olduklarını düşünen erkekler ,

*Şarkıları, müzikleri ile sözlerini bağdaştırarak söyleyen şarkıcılar(günümüzde bu olay” altı şişhane üstü kasımpaşa” niteliğinde),

*Verdiği üç kuruşu vergi zannetmeyen esnaf-tacir

*Yalan söylemeyen politikacı(böyle bir şey hiç oldumuydu ki)

*Bayramlarda el öpünce para veren yaşlılar…

*”Tabiî ki de” ve ” atıyorum” demeden konuşabilen genç

*Traş olmuş ve koku sürmüş taksi şoförü

*Kapısında toplanmış kedileri uzaktan gördüğünde ne dükkanı olduğunu anladığın güvenilir mahalle kasapları,

*Siz söylemeden çiçek alıp gelen erkek arkadaş

*Yağmurlu ve karlı havalarda da sizi almaya can atan taksiler

*Yolların ve trafik kurallarının kendilerine özel olduğunu zannetmeyen sürücüler

*Sabah sabah tanımadığı insanlara günaydın diyerek gülümseyen insan türü

*İşi bilmeyen ama kendi hatalarını açıkça söyleyip, kabullenen patronlar

*Karısı çirkin ve şişman bile olsa, gözü ondan başka kimseyi görmeyenerkekler

*Bayan yolcuları dikiz aynasından dikizlemeyen muavin

*Altın günleri yerine evde oturup kitap okumayı tercih eden ev kadınları

*Yaya geçidinden geçen yayaları/yayayı görüp geçmesi için yavaşlayan hatta duran şoförler.

*Hep daha fazlasını istemeyen, sadece ve sadece halkını düşünenpolitikacılar.

*Sağa, sola manevralarda “sinyal” veren, etrafını kontrol ederek, gerektiğigibi araç kullanan, gereksiz klakson çalmayan, makasa girmeyen minibüsşoförü.

*Güleryüzlü devlet çalışanı. (Bu canlının soyunun tükenmesinde devlet etmenibüyük rol oynamıştır.)

*Bayan adı ve maili kullanarak kurbanın bilgisayarına girmeye çalışmayan erkek hacker türü. (HackeropatusKiddus )

*Belediye otobüsüne bindiğinizde selamınızı alan şoförler… (ben genelde günaydın falan derim de)

*Çayınıza kaç şeker attığınızı bilen arkadaşlar:-)

*Psikolojisi normal olan insanlar

*Hastanede görevi hastabakıcılık olup da hasta yakınlarından para almadan işyapan bakıcılar..

*”Abi ben karşının şoförüyüm” yalanını söylemeden erkekçe “abi ben yenibaşladım” diyen taksi şoförleri..

*Vatandaşı “oy pusulası” olarak değil de insan olarak gören politikacılar. .

*Km.saati ile oynama yapmadan 2.el araç satan galericiler. ..

*Asıl görevlerinin büyük şirketlere eğitim vermek değil de, üniversiteöğrencisi yetiştirmek olduğunu düşünen ve uygulayan Hocalar..

*5 dakika korna çalmadan ilerleyebilen minibüs şoförleri

*Simidini paylaşan amca…

*Sırtınızı sıvazlayan dost…

*İstenmeden zam veren patron

*Dizini dövmeyen babalar

*Küfretmeyen Taraftar,

*Taraf tutmayan Hakem,

*Yerlere çöp ve sigara izmariti atmayan düşünceli insanlar

6 Ekim 2010 Çarşamba

Gözler...




Suriye'nin kadın Devlet Bakanı Bouthaina'dan: "Kadınları türban değil, gözündeki ifade korur. "Son zamanlarda duyduğum en doğru söz bu...
 Alt tarafı bir çift organla bu kadar çok iş başarıldığı görülmemiştir. Yeryüzündeki bütün canlıların gözleri sadece, bakıp görmeye yaradığı halde kadın kısmı, neredeyse bir tek ortalığı süpüremez gözleriyle... Sever, sevişir, beğenir... Döver, küser, barışır... Nefret eder, hesap sorar, azarlar... Kovar, bağırır, çağırır, alay eder... Erkek de bir insanoğlu, o da yapar demeyin! Erkekler her durumda öyle bön bön bakarlar. Asla, ne demek istediklerini anlamazsınız. Gözlerini konuşturan sadece kadınlardır. Çocukluğunuzu düşünün... Annenizin bin türlü bakışı gelecektir aklınıza. Misafirler gitsin, ben sana gösteririm bakışı... Hadi artık odana git, yat bakışı... Ağzını şapırdatma! bakışı... Kıçım tutulsaydı da seni doğurmasaydım bakışı... Aynı babası bakışı... Babanızdan bir bakış var mı, aklınızda? Hiç zannetmiyorum olduğunu. Babayla göz göze bile gelinmez öyle zırt pırt. Şimdi de büyüklüğünüzü düşünün... Kaç kadın bir bakışın peşinden gitmiştir? Hiç... Peki kaç erkek bir bakış uğruna odu ocağı terk etmiştir? Çookk..