25 Aralık 2009 Cuma

Son Ders


Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı.Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu. Öğretmeni, onun bu halini fark etti:
-Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin? Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:
-Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.
- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?
-Ahmet arkadaşımız var ya…
-Evet, ne olmuş Ahmet'e?
-Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pek iyi şeyler koymuyor.
- Eee?
-Ona yardım etmek istiyorum. Ama benim yardım ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz? Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardım etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu. Nurhan Öğretmen:
-Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?
-Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.
-Nerede çalışıyorsun?
-Simit satıyorum.Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu. Nurhan Öğretmen, Ali'ye döndü:
- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.
- Çok zengin bir işadamı…
- Niçin?
-İnsanlara daha çok yardım etmek için…
-Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak şimdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumu pekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardım edersin. Olmaz mı?
-Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.
-Neden olmaz?
-Üç sebepten dolayı olmaz.Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.
İkincisi: 'Ağaç yaş iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Şimdiden iyilik yapmayıp bunu zenginlik günlerime ertelersem, zengin olduğum günlerde de daha zengin olduğum günlere erteler kendimi kandırmış olurum.
Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar. Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:
-Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.
-Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet'in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha kârlı bir yatırım olur mu? Nurhan Öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını 'Evet' anlamında sallarken Ali'yi evine yolladı. Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali'nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı. Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk simit paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını. Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı… Ağladı… Ağladı.... Kendine geldiğinde akşam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık; 'BozukSimit paraları ile cenneti satın almak, Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak' diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, 'Ne dediniz hocam?' demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti.

22 Aralık 2009 Salı

Yönetmeyi Yönetememek...


“Başkaları vasıtasıyla iş yapma” sanatı dense de yönetimin; tam olarak hala ne olduğu konusunda bir fikir birliğine varıldığı söylenemez.Yönetim işleri planlamak, organize etmek, koordinasyonunu sağlamak, kontrol etmek ve işleri yapacak kişileri motive etmek, isteklendirmek olarak görülse de insanları işler kadar yönetemediğimizi de bilinmesi gerekmektedir.
Yönetim işinde işleri yönetebilirsiniz ama insanlar yönetmek biraz zordur. Çalışanlar yalnızca liderler tarafından ilham verilmek ve yönlendirilmek isterler.Yönetim sanatların en eskisi olmasına karşın, bilimlerin en yenisidir. Yeni olan bir bilimin geçmişine baktığımızda yaşı insanların birlikte yaşamaya başlamasıyla kendini baş göstermiştir.
Ülkemizdeki yönetim anlayışına baktığımızda aile şirketleri ağırlıklı olduğundan işin uzmanları ne yazık ki belirli kademelerden öte gidememektedir. Nedenleri herkes tarafından bilinmekle birlikte hala insanlara yeterince güven duyulmamakta, yetkileri kimse paylaşmayı istememektedir. Dolayısıyla profesyonelleşme batılı ülkelere göre azdır.Son günlerdeki kavram kargaşası ise ülkemiz yönetim anlayışının ne kadar batı özentili olduğunu, kendi değerlerimizi ne kadar küçümsediğimizi ve yeterince üretken bir yapı gösteremediğimizin göstergesidir.
Özellikle Amerika’nın yönetim alanında kısa tarihine rağmen dünyanın önde gelen şirketlerine sahip olması incelenmesi gereken değişik bir olgudur. Bilim, teknoloji ve bilgi toplumuna geçişin bir yansıması olan bu şirketler ve güç kaynaklarına farklı bir yön verirken, bizlerin onları körü körüne taklit etmemiz, Amerika veya batı ne yapıyorsa doğrudur mantığı ise o kadarda yanlış ve tehlikelidir.
İş dünyasının genel dili İngilizce olması, İngilizce bir yapı ile şirketlerin yapılanması, CEO, Menager, Consultant, Coach, Departmant, Çözüm Ortağı, İç ve Dış Müşteriler, Outdoor, İn House’ler vs gibi kavramlar eski köye yeni adet getirmekten daha öte, bir düşünce, dil ve davranış erezyonundan başka bir şey değildir.
Bu topraklarda yaşayan insanlar yönetim tarzında dünyaya örnek bir sistem geliştirdiler. Dünyanın dörtte üçüne sahipken yönettiği topraklardaki olağanüstü yönetim anlayışı, örgütlenme modelleri şu an bile birçok yönetim bilimcinin ilgisini çekmektedir. Ahi’lik sistemi ne yazık ki şu an Toplam Kalite Olarak bizlere mucize gibi sunulan bir modelin çok çok üstünde bir sistem olmasına karşın bu toprakların ürünü olmasından dolayı yeterince ilgiyi görememektedir.
Kendini dünyanın jandarması olarak gören bir ülkenin Irak’taki kötü ve zalimce yönetimi kendini yönetim gurusu olarak gören bir ülkenin ve sisteminin iflasından başka bir şey olmamasına rağmen, “yabancı iyidir” hipnozu yüzünden yeterince gün ışığına çıkartılamamaktadır.
Bu hipnozun yansıması olarak kendi öz dilimizi küçümsemek, yabancı dilde unvanlar, sistemler oluşturmak, her yıl moda olan yönetim anlayışlarına takılıp kalmak, yeterince derinlik ve bilgiden yoksun olarak “taklitçi” bir zihniyete sahip olmak; olsa olsa ülkemizi, şirketlerini, insanlarını kolay yönetilen, yönlendirilebilen, bir duruma getirir ki, işte bu insanların kendilerine ve ülkelerine yapacakları en büyük kötülüklerden birisidir.
Özgün olmak, yaratıcı ve kişilikli bir tavır göstermek, sorunları bilginin, teknolojin, yardımıyla geçmişin bilgeliği ve geleceğin öngörüsü ışığında çözebilmek, insanı özgür kılmak ve yeterince büyük düşünmek yönetim olgusunun en önemli öğelerinden birisidir.
Yönetmeyi ciddiye almak gerekir. Tarihi olan, bu konuda derin ve değerli tecrübeleri olan ülkemizdeki bilgileri ve deneyimleri ise küçümsememek gerekir. Taklit belki gelişme döneminde gereklidir ama insan kendi olmadığında ve kendisi gibi davranmadığında her türlü yönlendirilmeye açıktır.
“Kendini yöneten dünyayı yönetir” der bir bilge ve kendini yönetmenin ise yönetimin en önemli ilkesi olduğunu ayrıca bilmek gerekir.

Tuşların Ardındaki Şehvet...


Her geçen gün dünya nüfusu biraz daha artıyor. Kalabalıklaşıyoruz... Büyük şehirler dolup taşmaya başladı. İnsanlar arasındaki uçurumlar artıyor. Savaş ve vahşet bütün dünyada yüzyıllardır olduğu gibi devam ediyor. Çocuklar ölüyor. Ölmeye de devam edecek. Umutsuzluk... Bizim gibi ülkelerin fakir insanlarının ortak hastalığı...

Kalabalıklaşırken yalnızlaşıyoruz. İçimize kapanıyoruz. Bencilleşiyoruz. Diğerlerini görmemeye çalışıyoruz. Dünyanın sadece işimize gelen tarafı ile ilişki içinde olmayı seçiyoruz.Hali vakti yerinde olanlarımızın veya dünyanın öteki yüzünden kendini sıyırabilmiş olanlarımızın yaşantıları, Zygmunt Bauman’ın “turist” metaforu ile çok uyuşuyor:

Büyük bir cam fanus düşünün. Fanusun dışındaki dünya ile olan ilişkiyi sadece içerideki insanlar - “turistler” belirleyebiliyor. Dışarıdaki dünya ne kadar korkunç ne kadar tehlikeli olursa olsun “turist” fanusun içinde güvendedir. Ve dış dünyadaki hoşuna giden nesnelerle de sadece kendi arzularına göre ve izin verdiği kadar bir ilişki kurma şansına sahiptir. “Turist” hafif sırt çantası ile gezer ve olaylar kontrolden çıkma tehlikesi gösterir ve oradaki eğlence potansiyeli tükenirse ya da başka yerlerden daha heyecanlı macera kokusu alırsa yollara düşebilir. Bu oyunun adı “hareketlilik oyunu”dur.

Bu oyunda kişi ihtiyaçlar ittiği ya da rüyalar çektiği anda hareket edebilmelidir. Bu hareket edebilme yeteneğine turistler “özgürlük” “bağımsızlık” diyorlar ve bunu herşeyin üzerinde tutuyorlar. Turist yaşamının anlamı bir yere varmak değil sadece hareket etmektir.

Bütün bunlar turiste “idare etme”nin zevkini yaşatır. Bu bir durum kontrolüdür. Dünyanın neresi ve hangi parçaları ile “yüzyüze” gelineceği ve bu ilişkinin ne zaman kesileceğini yalnızca turist belirler.

Günümüzün insanları, özellikle de gençler bu turist davranışını yaşam şekli haline getirmişlerdir. Bu davranışın en kolay gözlenebileceği yerlerden birisi de bilgisayar başındaki insanın davranış kalıplarıdır...

Sanal seks, günümüzün gençliği arasında oldukça rağbet gören bir uğraşı. İnternette arama motorlarında en çok aranan ilk beş kelime “sex”, “seks”, “erotik”, “porno” ve “mp3”.Ve internette bir sohbet sırasında insanların birbirlerine sordukları ilk soru (asl?) yani; yaş, cinsiyet ve lokalizasyon.

Eğer uygun değilse hemen pencere kapatılıyor. Uygunsa sohbet başlıyor. Her iki taraf da kontrol etme duygusunu yaşıyor, istediği anda sohbeti sonlandırabilir ve başka birisini arayabilir. Ona karşı herhangi bir sorumluluk hissetmek zorunda değil, her an yönünü değiştirebilir. Postmodern dünyanın dayattığı şekilde bu ilişkinin ne geçmişi ne de geleceği olmak zorunda değildir. Sadece şimdiki an yaşanır. Özgürlükler ipotek altına alınmamıştır. Seçenekler sonsuzdur.

Bu ilişki şekilleri sadece bilgisayar ekranı karşısında olmuyor. Artık bilgisayar ekranında öğrenilen davranış kalıpları pekiştirilerek yavaş yavaş günlük hayatı da sanallaştırmaya başlıyor.

Bu olgulardan bir tanesi de bütün dünyada görülmeye başlanan “metropolis zapping” diye adlandırılan bir olgudur. Metropolis zapping denilen olay; bulunduğumuz kentlerin içinde hareket ederken bir anlamda sanki “on-line”mışız ve kent bir web sayfasıymış gibi bir etkinlikten başka bir etkinliğe, bir merkezden başka bir merkeze, bir insandan başka bir insana, bir bardan başka bir bara, vs... kaydığımızı ve yaşamlarımızın artık çok akışkan olduğunu farzederek yaşanıyor!

Düşünce dünyamıza da yansıyan bu akışkanlık ve hareketlilik, gerçek hayatta da tıpkı sanal hayatta olduğu gibi bir esneklik sağlıyor. Yavaş yavaş davranışlarımız bilgisayar ekranı karşısındaki davranışlarımıza benzemeye başlıyor.

Ne dersiniz? İyi mi oluyor kötü mü?

Psikiyatrist Dr. Hakan ERKAYA

Trakya'dan gerçek bir olay!!!


Yaşlı bir amca eşeğin üzerinde karayolunda gitmektedir. Bunu gören Trafik polisleri amcaya takılmak isterler ve durdururlar.

Polis:Be amca niçin dakman golani*?

Amca:Dakmam be işte!!

Polis:Eee bak gördün mü şimdi ceza keseceyik.

Amca:Kes bakalım ne keseceysen da gidecem işim var.

Polis:Peki amca cezayı sana mı yazalım yoksa eşeğe mi ?

Amca: ????

Polis:Yani cezayı sana yazarsak 5 milyon ödeyecen, eşeğe 3 milyon.

Amca: Bana kes o zaman

Polis: Neden sana keseyoz amca?

Amca: Onun sicili temiz ossun. Polis yapcez onu!


*Golan:Emniyet Kemeri

18 Aralık 2009 Cuma

Bilge ile Köpek


Bir bilge, bir göletin başında oturmaktadır. Susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak gölete kadar gelip, tam su içecekken kaçması dikkatini çeker. Dikkatle izler olayı. Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki yansımasını görüp korkmaktadır. Bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır. Sonunda köpek susuzluğa dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer. O anda bilge düşünür:
-Benim bundan öğrendiğim şu oldu, der.
-Bir insanın istekleri ile aras೩ndaki engel, çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır. Kendi içinde büyüttüğü engellerdir. İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir. Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür. Asıl öğrendiği şey, insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin var olduğudur.
Bu yüzden ne varsa paylaş, senden de öğrenilecek bir şeyler vardır diğer insanlar için... Her insanın bir hikâyesi ve söyleyecek bir sözü mutlaka vardır.

Sevgi Bağı


Japon mimarlarından biri evini baştan aşağı yeniliyordu. Tamirat esnasında söktüğü kapılardan birinin duvarla irtibatlı bölümünde, iç kısmında, iki tahta arasında sıkışıp kalmış bir kertenkele buldu. Biraz daha dikkatle bakınca kertenkelenin canlı olduğunu fark etti. Onu oradan kurtarmaya çalışırken bu kez kertenkelenin bir ayağından duvara çivilenmiş olduğunu gördü. On yıl önce yapılan eve kapısı takılırken dışarıdan çakılan bir çivi, o an kapıyla duvar arasında bulunan kertenkelenin ayağına isabet etmiş olmalı diye düşündü Japon mimar. Peki nasıl olmuştu da bu kertenkele, bir santim boyu bile kıpırdayamadığı bu karanlık duvar boşluğunda on yıldır canlı kalmayı başarmıştı? Mimar, tamirat işlerini bir kenara bırakarak kertenkeleyi izlemeye başlı. Bu kertenkelenin sadece havayla beslenmediğine göre, bunca yıl yaşamını nasıl sürdürebildiğini merak ediyordu. Bir süre sonra duvar boşluğunda bir hareket oldu. Japon mimar, nereden çıktığını fark edemediği başka bir kertenkelenin geldiğini gördü. Gelen kertenkele, yerinden kıpırdayamayacak halde olana ağzında yiyecek taşıyordu. Bu kertenkele diğerinin belki annesiydi, belki eşi, belki de arkadaşı... Kim bilir? Ama bilinen bir şey var ki aralarındaki güçlü sevgi, birinin bıkıp usanmadan diğerini hayatta tutabilmek için ona yiyecek taşımasına neden olmuştu.

Mümkün Olsaydı!!!


Çocuğumu yeniden yetiştirmem mümkün olsaydı: Ona işaretparmağımı kaldırıp yasaklar koymaklar yerine, parmaklarıyla resim yapmayı öğretirdim. Hatalarını daha az düzeltir, onunla daha çok yakınlık kurmaya çalışırdım. Onu sadece gözlerimle izler, saat kısıtlamaları koymazdım. Daha bilgili olmaya çalışır, daha çok şefkat gösterirdim. Onunla daha çok yürüyüşlere çıkar, uçurtmalar uçururdum. Ona karşı ciddi bir tavır içinde olmak yerine, onunla oyun oynardım. Onunla kırlarda koşar, yıldızları seyrederdim. Onunla daha az çekişir, ona daha çok sarılırdım. Önce benlik saygısı kazanmasını sağlar, sonra bir ev almaya çalışırdım. Ona her zaman katı davranmaz, onu daha çok onaylar ve yüreklendirirdim. Güç konusunda daha az ders verir, sevgi konusunda daha çok şey öğretirdim.

17 Aralık 2009 Perşembe

Bukce Dili


Oğlum bir hafta sonra evleniyor. Sorumluluk sahibi bir baba olarak, ona öğüt vermem gerekiyor. Fakat bunu evde yapamam çünkü annesi ağız tadıyla öğüt vermeme izin vermez, sözü ağzımdan kapıp kendi devam eder. İş yerimden oğluma telefon açtım, "akşam yemeğini dışarıda birlikte yiyelim", dedim. Deniz kenarında ki bu şirin lokantada şimdi onu bekliyorum. Geliyor aslan parçası, yakışıklılığı da aynı ben. Hoş beşten sonra konuya giriyorum.
-Oğlum haftaya düğünün var, bir baba olarak sana bazı konularda yol yordam göstermem gerekiyor. Kaç dil biliyorsun oğlum sen?
-İngilizce, Fransızca bir de kendi dilimi de sayarsak Türkçe'yle üç dil oluyor.
-Bugün ben sana dördüncü dili öğreteceğim. Dilin adı Bukce. Kadınlar tarafından kullanılır. Sen buna "kadın dili" de diyebilirsin.
-Kadınların ayrı bir dili mi var?
-Tabi ki. Eğer kadın dilini bilirsen bir kadınla yaşamak dünyanın en büyük zevkidir ama bu dili bilmezsen hayatın kararabilir. O yüzden bir kadınla mutlu olmak isteyen her erkek Bukceyi öğrenmeli.
-İyi de niye Bukce?
-Çünkü kadınlar konuşurken genellikle, söyleyecekleri sözü, net söylemezler. Eğip bükerler onun için dilin adını "Bukce" koydum.
-Bukce zor bir dil mi baba? diye sordu gülerek.
-Bana bak, çok önemli bir konu, eğleniyor gibisin biraz ciddiye al. Bir kadınla mutlu olmak istiyorsan bu dili bilmen çok önemli. Çünkü kadınlar sözü bükerek Bukce konuşurlar sonrada senin sözün doğrusunu anlamanı beklerler. Felsefesini anlarsan kolay, anlamazsan zor.
-Tamam baba, haklısın ciddiyetle dinliyorum. Peki, sence kadınlar neden bizimle aynı dili konuşmuyorlar, söyleyeceklerini direkt söylemiyorlar.
-Bence bir kaç sebebi var. Birincisi; duygusal oldukları için. "Hayır", cevabı alıp kırılmaktan korktuklarından dolayı, sözlerini de dolaylı söylüyorlar. İkincisi; kadınlar dünyaya annelikle donanımlı olarak gönderildikleri için onların iletişim yetenekleri çok güçlü.
-Bu konuda biz erkeklerden bir- sıfır öndeler yani.
-Ne bir - sıfırı oğlum, en az on - sıfır öndeler. Düşünsene, henüz konuşmayan, küçük bir çocuğun bile yüz ifadesinden ne demek istediğini hemen anlıyorlar. İşin kötüsü kendileri "leb demeden leblebiyi anladıkları" için biz erkekleri de kendileri gibi zannediyorlar. Onun için, "leb" deyip bekliyorlar. Hatta bazen, "leb" demek zorunda kaldıkları için bile kızarlar. "Niye, "leb" demek zorunda kalıyorum da o düşünmüyor", diye canları sıkılır.
-Biz de bazen Canan'la böyle sorunlar yaşıyoruz. "Niye düşünmedin?", diye kızıyor bana.
-Kızarlar oğlum kızarlar. Kadınlar ince düşüncelidirler, detaycıdırlar, küçük şeyler gözlerinden hiç kaçmaz. Bizim de kendileri gibi düşünceli olmamızı beklerler fakat erkekler onlar gibi değil. Biz bütüne odaklıyız, onlar detaya. Beyinlerimiz böyle çalışıyor.
-Ne olacak baba o zaman, yok mu bu işin çaresi?
-Var dedik ya oğlum, Bukce'yi öğreneceksin, bunun için buradayız. Hazır mısın?
-Hazırım baba.
-Bukce bol kelime kullanılan bir dildir. Biz erkeklerin on kelime ile anlattığı bir konu, Bukce'de en az yüz kelime ile anlatılır. Dinlerken sabırlı olacaksın. Mesela karın o gün kendine elbise aldı, diyelim. Bunu sana "bu gün bir elbise aldım." diye söylemez. Elbise almak için dışarı çıktığı andan başlar; kaç mağazaya gittiğinden, almak için kaç elbise denediğinden, indirimlerden, yolda gördüğü tanıdıklarından, alırken yaptığı pazarlıktan devam eder ve sana kocaman bir hikaye anlatır.
-Hikaye dili yani.
-Aynen öyle. Sen akıllı bir erkek olarak ona asla, "Hikaye anlatma, ana fikre gel, kısa kes." demeyeceksin. Böyle bir şey dediğinde, bittin demektir. İster öyle de, istersen "seni sevmiyorum." de. İki durumda da "seni sevmiyorum" demiş olacaksın.
-Ne alakası var, baba. Seni sevmiyorum demekle, kısa anlat demenin.
-Çok alakası var. Kadınlar dinlenmedikleri zaman sevilmediklerini düşünürler.
-Bu önemli, Bukce'de dinlemek sevmektir, diyorsun.
-Aynen öyle. Devam edelim. Bukce imâ dolu bir dildir. Kadınlar konuşurken, bir şeyler imâ etmeyi severler. Biz erkeklerde imâlı konuşuyoruz diye düşünürler ve sözlerimizle onlara ne demek istediğimizi çözmeye çalışırlar. Oysa erkeklerin imâ yeteneği pek gelişmemiştir. Bizim kastımız söylediğimiz şeydir.
-Geçen hafta Canan bana "Bir kaç kilo daha versem gelinliğin içinde daha iyi duracağım." dedi. Ben de "Böyle de iyisin." dedim. Canı sıkıldı bir kaç saat surat astı. "Neyin var." diye sordum. "Hiçbir şeyim yok" dedi. Sence nerede hata yaptım?
-Böyle de iyisin, derken o "de" ekini orda kullanmamalıydın. Canan bunu şöyle anlamıştır. Böyle de fena sayılmazsın, eh işte, idare edersin ama tabi daha da iyi, daha da güzel olabilirsin."
-Peki ne demem gerekiyordu?
-Şunu hiç unutma. Kadınlar kendileri ile ilgili, giysileri ile ilgili ya da aileleri ile ilgili bir soru soruyorlarsa, kesinlikle iltifat bekliyorlardır. Es kaza eleştirmeye kalkarsan yandın. Bunu hiç unutmazlar. O gün "Hayatım sen zaten çok güzelsin, kilo vermeye falan bence ihtiyacın yok." deseydin, o günün zehir olmazdı. Mesela bir gün kucağına oturup, ağır mıyım, derse sakın "evet, biraz" falan deme "hayır" de. Yoksa bir daha kucağına oturmaz.
-Yani diyorsun ki bir kadın her daim güzeldir, her giydigi yakışır ve her kadının annesi bir hanımefendi, babası da beyefendidir. Bana ne yaparlarsa yapsınlar.
-Aferim oğlum, çok hızlı anlıyorsun bana çekmişsin. Kadının, kendi anne babasıyla sorunu olsa, kendi eleştirir ama asla senin eleştirmeni kabul etmez. Bunu kendine hakaret olarak alır.
-Ve asla unutmazlar, değil mi?
-Aynen öyle. Yıllar önce annene, annesi için "biraz cimri" demiştim. Hala "Sen benim annemi sevmezsin." der ve annesi bize bir şey aldığında gözüme sokar, en cok göreceğim yere koyar.
-Hadi o konularda dilimi tutarım da, şu imâ işini çözmek zor geldi.
-Zor gibi ama biraz gayret edersen çözersin. En önemlisi imâları anlayacaksın ama "sen şunu mu demek istiyorsun." diye asla yüzüne vurmayacaksın. İlla Bukce anlatacak, asık bir yüzle karşılaşmamak için senin de anlaman gerekiyor. "Hayır, evde yiyeceğim ama istersen hazır bir şeyler alıp geleyim, ne dersin."dedim. "Tamam" dedi. Döneri sever biliyorsun, dün eve giderken, ekmek arası döner yaptırdım. Onun dönerini de kepekli ekmek arasına yaptırdım. Bunu düşündüğüm için ayrıca sevindi. O da diyette, düğünde daha zayıf görünme derdinde, bu sıralar.
-Bu Bukce'de kısa konuşma yok mu baba?
-Var ama yerinde olsam hiç tercih etmezdim. Kadın konuşmuyorsa ya da kısa konuşuyorsa kesin ciddi bir sorun var demektir. Mesela baktın canı sıkkın, soruyorsun, "Neyin var" diye. "Hiçbir şeyim yok." diyorsa, aman bir şeyi yokmuş, diye bırakma. Yoksa az sonra, çok ilgisiz olduğundan yakınarak, ağlamaya başlar.
-Bukce'de "Hiçbir şey yok" demek "çok şey var, benimle ilgilen" demek oluyor, o zaman.
-Evet. Biz erkekler "Bir şey yok." diyorsak ya gerçekten bir şey yoktur, sadece başımızı dinlemek istiyoruzdur ya da bir şey vardır ama; "Şu anda konuşacak bir şey yok." diyoruzdur. Her ikisinde de konuşmak istemiyoruzdur. Ama kadınlar ilgiyi sevgi olarak gördükleri için "Bana değer veriyorsan, ilgilen ki anlatayım." demek istiyordur. Çok nadirdir, gerçekten anlatmak istemiyor olabilir, o zaman da fazla üstüne varıp bunaltmayacaksın tabi.
-Bir arkadasım da kadınların "peki" demesi tehlikelidir, demişti.
-Doğru. Bir kadının ağzından çıkan "kuru bir peki, olur, tamam" her zaman tehlikelidir. Bu Bukce de "Şimdi tamam diyorum ama acısını daha sonra çıkaracağım." demektir. Sana en kısa zamanda kesin bir ceza keser. Fakat pekinin yanında "peki canım, olur hayatım" gibi bir hoşluk ekliyorsa korkmaya gerek yok.
-Zor bir dil baba.
-Yok yok gözün korkmasın. Bukce, konuşman gerekmiyor. Dili anlaman yeterli.
-Anlamak da pek kolay değil ama.
-Korkma o kadar zor değil. Devam edelim. Kadınlar istediklerini söylemek zorunda kalınca, düşünemediğimiz için biz erkeklere kızarlar, ve konuşurken suçlayarak konuşurlar fakat suçladıklarının farkında olmazlar. Sitem ediyoruz zannederler.
-Nasil yani?
-Mesela, karın sana "ne zamandır dışarı çıkmadık." derse bunu suçlama olarak üstüne alma, seninle gezmek canı istiyordur, bunu sen düşünüp teklif etmediğin için kalbi kırılmıştır. Maksadı seni suçlamak değildir. "Daha geçenlerde gezmeye gittik." gibi bir savunmaya girme. "Tamam canım haklısın, ben de istiyorum, en kısa zamanda gideriz." de, konu kapanır. Tabi ilk fırsatta da sözünü yerine getirirsen iyi olur.
-Küçük ama önemli detaylar.
-Aynen öyle. Mesela karın "üşüdüm" diyorsa, üstünü kalın giy demeni ya da kombiyi açmanı değil, ona sarılmanı istiyordur.
-Keşke okullarda öğretselerdi biz erkeklere Bukce'yi. Ne kadar erken başlasak o kadar çabuk kavrayabilirdik, belki.
-Haklısın aslında ben de sana öğretmek için geç kaldım. Neyse zararın neresinden dönülse kârdır.
-Not mu alsaydım? Epeyce detayı varmış dilin.
-Sen bilirsin oğlum, unutacaksan al. Keşke ben de not alıp gelseydim. Umarım sana eksik öğretmem. Şimdi aklıma geldi. Kadınlarin en nefret ettigi sözcük "Fark etmez"dir. Fark etmezi kadınlar "Hiç umurumda değil, ne yaparsan yap " diye anlarlar.
-En değerli sözcük nedir?
-Sen bil, bakalım.
-Seni seviyorum, demek herhalde.
-Evet, kadınlar "seni seviyorum" sözünü sık sık duymak isterler. Biz erkekler söylemiştim, zaten biliyor diye bu konuda gaflete düşmemeliyiz.
-Bukce sadece konuşma dili midir baba? Bunun bir de davranış dili var gibi geliyor bana.
-Ben de tam ona geliyordum. Kadınlar küçük şeylere önem verirler. Akşam ona sarıl, televizyon izliyorsan sarılarak izle. Gündüz onu düşündüğünü ifade etmek için kısacık da olsa bir mesaj gönder, küçük süprizler yap. O yemek hazırlarken ona yardım et, salata yap, çay demle.
-Akşam gelip sırt üstü yatmak yok yani.
-Gözünde büyütme. Sayınca çok şey gibi görünüyor ama aslında bunlar zaman alacak, zor ve masraflı şeyler değil. Sen bu küçük şeylere dikkat et, zaten karın sana paşa gibi davranır, seni yormaz. Bir erkek bu küçük şeylere dikkat etmezse zamanını karısıyla büyük kavgalar yaparak geçirir. Sevgiyle geçirmek varken niye kavgayla geçiresin ki? Kadınlar çok vericidir ama eğer sen hep alıp vermezsen, bir gün birden patlarlar. Küçük küçük alırlarsa, büyük büyük verirler.
-Tamam baba bunlara dikkat edeceğim.
Garson yemek tabaklarını kaldırırken oğlumun telefonu çalmaya başladı. Belli ki nişanlısı arıyor, konuşmak için deniz kenarına doğru adımlamaya başladı. Az sonra geldi.
-Baba çok teşekkür ederim. Bukce'yi anlamaya basladım. Canan aradı. "Salonun perdelerini ne renk olsun karar veremedim, yarın birlikte mi baksak." dedi. Tam "Fark etmez, sen seç" diyecektim ki bunu senin söylediğin gibi "Ev de perde de umurumda değil" gibi anlayacağı aklıma geldi. "Tabi canım, istersen birlikte bakabiliriz ama ben senin zevkine güveniyorum, sen seç istersen," dedim çok mutlu oldu. Kendi seçecek.
-O zaten perdeyi çoktan seçmiştir de kadınlar illa yaptıklarını onaylatmak isterler. Birlikte de gitsen o seçtiği perdeyi almak isteyecektir. Biz erkekler onların ne demek istediklerini anlarsak, işlerden kolay sıyırırız.
-Baba tekrar teşekkür ederim. Bu iyiliğini hiç unutmayacağım. Bana Bukce'yi öğretmeseydin halimi düşünmek bile istemiyorum.
-Şanslısın oğlum. Benim seninki gibi bir babam yoktu. Bunları deneye yanıla öğrenmem yıllarımı aldı. Sen yine iyisin, hazıra kondun. Güle güle kullan, isteyene de öğret, herkes de güle güle kullansın. Kullansınlar ki yüzleri gülsün.

Anonim